Cemaat ve tarikatların faaliyetlerinin önemli boyutlarından birini eğitim alanındaki “yatırımlar” oluşturmaktadır. Buradaki “yatırım” kavramının çok katmanlı bir anlamı bulunmaktadır. “Muhafazakâr özel eğitim piyasası” olarak da değerlendirebileceğimiz bu yatırım alanında, her emtianın bir alıcısı/müşterisi vardır. Hadi gelin “ideal nesil” savına sarılan bu piyasanın motivasyon kaynaklarına birlikte mercek tutalım...
Cemaat yurtlarında ölümle biten (Antalya’daki cinayet, Elazığ’daki intihar gibi) olayların tetiklediği yeni bir tartışma başladı;
kamusal alanda, aslında var olan bir tartışma “yeniden canlandı” demek daha doğru olur. Bu tartışmanın odak noktasında cemaatler ve tarikatların ve onlara bağlı okulların kapatılması var. Toplumun
seküler kesimini oluşturanlar, zaten şüphe ile baktıkları bu sosyolojik örgütlemelerin ve bunlara ait okul ve yurtların kapatılması yönünde görüşler paylaşırken dindar ve muhafazakâr kesimler ise bu okul ve yurtların çeşitli işlevselliklerine işaret ederek gerekliliği noktasında görüşler ileri sürmektedirler.
Tarihsel olarak cemaatler, hep sağ partilerin arka bahçeleri olmuşlardır. Cemaatlerin bu siyasal tercihlerinin oluşmasında muhafazakâr karakterlerinin ve imtiyazlarının korunmasının sağladığı güç kadar modernist Kemalist ideolojinin seküler ve üstenci rolünün de olduğunu kabul etmek gerekir. Tarikat ve cemaatlerin seküler hayat karşısındaki tutumları, irrasyonel uygulamaları ve istismara açık yönleri dikkate alındığında seküler söyleme sahip kişi ve grupların bu kurumların kapatılmasındaki istekleri anlaşılır görünmektedir buna karşın bu kurum ve grupların tarihsel varlığı, bireyin inanma ihtiyacı, dayanışma pratikleri açısından sağladığı imkânlar açısından bakıldığında varlıklarını devam ettirmektedirler. Bundan dolayı yasal olarak kapalı olan bu kurum ve grupların kapatılmasında ısrarcı olmak, bu grupların kamusal alandaki görünürlüğünü azaltabilir ancak bu uygulamanın tarikat ve cemaatlerin varlığına ciddi bir etkisi söz konusu değildir. Nitekim Cumhuriyet kurulduktan sonra uygulanan yasaklayıcı tedbirlere rağmen bu grupların “yeraltına” indikleri ve çok partili siyasal sisteme kadar varlıklarını ve faaliyetlerini orada devam ettirdikleri görülmektedir.
Demokrat Parti’nin güçlü bir şekilde iktidara gelmesiyle birlikte yasal olarak kapalı olan tarikat ve cemaatler, siyasal partiler arasındaki rekabette ciddi etkiler yaratan oy potansiyelleriyle kamusal alanda daha fazla görünür hale gelmeye başlamışlar ve bu etkileri zaman içerisinde güçlenerek günümüze kadar gelmiştir.
Tarikat ve cemaatlerin seküler hayat karşısındaki tutumları, irrasyonel uygulamaları ve istismara açık yönleri dikkate alındığında seküler söyleme sahip kişi ve grupların bu kurumların kapatılmasındaki istekleri anlaşılır görünmektedir buna karşın bu kurum ve grupların tarihsel varlığı, bireyin inanma ihtiyacı, dayanışma pratikleri açısından sağladığı imkânlar açısından bakıldığında varlıklarını devam ettirmektedirler. Bundan dolayı yasal olarak kapalı olan bu kurum ve grupların kapatılmasında ısrarcı olmak, bu grupların kamusal alandaki görünürlüğünü azaltabilir ancak bu uygulamanın tarikat ve cemaatlerin varlığına ciddi bir etkisi söz konusu değildir. Nitekim Cumhuriyet kurulduktan sonra uygulanan yasaklayıcı tedbirlere rağmen bu grupların “yeraltına” indikleri ve çok partili siyasal sisteme kadar varlıklarını ve faaliyetlerini orada devam ettirdikleri görülmektedir. Demokrat Parti’nin güçlü bir şekilde iktidara gelmesiyle birlikte yasal olarak kapalı olan tarikat ve cemaatler, siyasal partiler arasındaki rekabette ciddi etkiler yaratan oy potansiyelleriyle kamusal alanda daha fazla görünür hale gelmeye başlamışlar ve bu etkileri zaman içerisinde güçlenerek günümüze kadar gelmiştir.
“Muhafazakâr özel eğitim piyasası” olarak değerlendirebileceğimiz bu piyasa, yeknesak değildir, farklı bütçelere göre “ambalajlanmış” kurum ve eğitim paketleriyle hedef kitlenin taleplerine uygun esnek bir yaklaşım sergilenmektedir.
Cemaat ve tarikatların faaliyetlerinin önemli boyutlarından birini eğitim alanındaki “yatırımlar” oluşturmaktadır. Burada “yatırım” kavramının çok katmanlı bir anlamı vardır. Eğitim her şeyden önce ticari bir faaliyet olarak kurgulandığı için yatırım amaçlıdır, bu itibarla okul, yurt, dershane açmak öncelikli olarak kâr amaçlı bir faaliyet olarak görülmektedir. “Muhafazakâr özel eğitim piyasası” olarak değerlendirebileceğimiz bu piyasa, yeknesak değildir, farklı bütçelere göre “ambalajlanmış” kurum ve eğitim paketleriyle hedef kitlenin taleplerine uygun esnek bir yaklaşım sergilenmektedir. Bahse konu olan bu piyasa, 1980’li yıllardan itibaren eğitimin neoliberalizm anlayışa göre yeniden yapılandırılması politikasına son derece uygun bir karaktere sahiptir.
Devletin çoğu zaman seyirci konumunda olduğu bu piyasada her emtianın bir alıcısı/müşterisi vardır. Resmi okullardaki öğrencinin velisi vatandaşken, burada öğrencinin velisi müşteri sıfatına sahiptir. Peki “muhafazakâr eğitim piyasasının” müşteri profili kimlerden oluşmaktadır? Bunlar ağırlıklı olarak geleneksel (eşraf, esnaf, tüccar…) ve okumuş yeni orta sınıf (hukukçular, mühendisler, doktorlar …) mensuplarından oluşmaktadırlar. Bu sosyal sınıflardan gelen muhafazakâr “müşteriler” için bu okullar “dindar ve modern eğitim içeriği” arz eden kurumlar olarak görülmektedirler. Bu teknik adlandırmaları bir kenara bırakacak olursak olan şey şudur: Akademik eğitimin yetersizliği, disiplinsizlik, dini eğitime yeterince yer verilmemesi gibi nedenlerden dolayı çocuklarını resmi okullara göndermeyen muhafazakâr değerlere duyarlı bu geleneksel ve yeni orta sınıf mensupları, talep ettikleri ve ihtiyaç duydukları hizmeti vakıflar ya da dernekler şeklinde örgütlenmiş olan cemaat ve tarikatlar üzerinden almaktadır. Muhafazakâr arka plana sahip, ekonomik olarak orta sınıf düzeyinde bir habitusa sahip olan bir müşteri, çocuğunun hem değerlerine uygun yetişmesini arzulamakta hem de modern kapitalist dünyanın ihtiyaç duyduğu “katma değere yaratacak” becerilerle donatılmasını istemektedir. Ziya Gökalp’ın “hars” olarak tanımladığı ve muhafazakâr müşterinin çocuğunda görmek istediği değerleri ona din, tarih ve gelenekler sağlarken modern çağın ihtiyaç duyduğu “tekniği/teknolojiyi” ona Batı medeniyeti sunacaktır. Bu itibarla muhafazakâr müşterinin özlem duyduğu okul aslında bir “medeniyetler buluşmasından” başka bir şey olamayacaktır.
Bu kurumlardaki bürokratik zihniyet, bakış açısını John Locke’un ünlü “tabula rasa” önermesinde bulmuştur. Bu yaklaşıma göre çocukların zihni “boş bir levhadır”. Ve “İdeal nesil” için bu zihinler, nakış gibi ilmek ilmek örülmelidir.
Diğer taraftan cemaat ve tarikatlar eğitim marifetiyle “geleceğe” de yatırım yapmaktadırlar. Bu kurumlar her ne kadar cemaat ve tarikatların desteğiyle ayakta dursalar da bunların bir bürokrasisi bulunmaktadır. Muhafazakâr değerlerle büyütülmüş olan bu bürokrasi, çağdaş eğitim kurumlarında modern çağın tekniğini ve idare usullerini öğrenmiştir. Bu kurumlardaki bürokratik zihniyet, bakış açısını John Locke’un ünlü “tabula rasa” önermesinde bulmuştur. Bu yaklaşıma göre çocukların zihni “boş bir levhadır”. Böylece söz konusu kurumlarda uygun yaşantıların sağlanmasıyla bu çocuklar hem dinlerini, tarihlerini ve geleneklerini öğreneceklerdir hem de modern çağın ihtiyaçlarına uygun teknik, sosyal, iletişimsel becerilerle donatılacaklardır. Diğer bir ifadeyle bu çocukların zihinleri, adeta bir nakış gibi ilmek ilmek örülecektir. Bu çocuklar, tarif edilen çerçevede faaliyetlerini sürdüren eğitim kurumlarında almış oldukları eğitimle geleceğin “ideal neslini” oluşturacaklardır.
Yoksulların da koşullarına uygun yurt, okul, dershane seçenekleri sunan “muhafazakâr eğitim piyasası”, hem bu kitlelerin sosyal mobilizasyonunda etkili bir rol oynamakta hem de arz ettiği eğitimin içeriğiyle endoktrinasyon (gönüllü kulluk) üretmektedir.
Bu noktada bir parantez açmak faydalı olabilir. “Muhafazakâr eğitim piyasasında” hizmet sunan cemaat ve tarikatların hedef kitlesi sadece parası olan “müşteriler” değildir, Gülen Cemaati örneğinden de hatırlanabileceği gibi, yoksul aile çocuklarından özellikle “gelecek vaat edenlerinin” bu kurumlara kazanılması da hedeflenmektedir. Ayrıca Gülen Cemaati kadar seçkinci olmayan, kent ve taşra yoksullarını hedefleyen cemaatler ve tarikatlar da mevcuttur. Piyasa hem hizmet satanları hem de bu hizmeti alanlarıyla son derece renklidir. Yoksulların da koşullarına uygun yurt, okul, dershane seçenekleri sunan bu piyasa, hem bu kitlelerin sosyal mobilizasyonunda etkili bir rol oynamakta hem de arz ettiği eğitimin içeriğiyle endoktrinasyon (gönüllü kulluk) üretmektedir.
Muhafazakâr eğitim piyasasının da dahil olduğu eğitimin özelleşmesi sürecinde 2014 yılı çok önemlidir, çünkü bu tarihte dershanelerin kapatılması veya
özel okullara dönüştürülmesi ile ilgili hukuki süreç başlatılmıştır. Bu süreç niceliksel olarak yükselişte olan özel okulların daha fazla artmasına neden olmuştur. Bu tarihten itibaren özel okulların tüm okullar içinde ve bu okullarda okuyan öğrencilerin tüm öğrenciler içindeki oranlarında ciddi artışlar olmuştur.
Öte yandan eğitimin özelleştirilmesinin bir de “seküler eğitim piyasası” boyutu bulunmaktadır. Bu bağlamda sadece cemaat ve tarikat okullarına yönelik politik bir söylem hem sorunu çözemediği gibi ağırlaştırmaktadır hem de resmi eğitimin çöküşünü ve eğitimde fırsat eşitliği gibi temel bir sorunu ıskaladığı için temel sorunu gölgelemektedir. Türkiye’de eğitim sürecinde yoksullarla zenginler arasındaki mesafenin gittikçe artığı bir dönemde muhalefetin gündeminde sosyal devlet, eğitimde fırsat eşitliği ve yeni bir eğitim müfredatı olmalıdır. Bu konunun birçok bileşeni ve boyutu var.