Küreselleşmenin dünya siyasetine etkisi özellikle gündemdeki çekişmeler ve bölgesel güçlerin artan egemenliğiyle tartışılıyor. Böyle bir konjonktürde Türkiye’nin nasıl bir güç olabileceğini akademisyen Hande Orhon Özdağ yazdı. Foreign Affairs’ın Temmuz-Ağustos sayısında, gelecek dinamiklerin nabzını tutmak açısından kanımca önemli bir yazı yayınlandı. “The Myth of the Global: Why Regional Ties Win the Day” [Küresel Miti: Niçin Bölgesel Bağlar Günün Kazananı]  başlıklı yazı Council of Foreign Relations [Dış İlişkiler Konseyi. Kısaca CFR] başkan yardımcısı Shannon K. O’Neil tarafından kaleme alınmış. Yazının temel argümanı, önümüzdeki dönemde ekonomik gündemi küreselleşmenin değil bölgeselleşmenin belirleyeceği. KÜRESELLEŞME MİTİ Yazıya göre, küreselleşme aslında zaten büyük ölçüde bir mit. Şirketler, tedarik zincirleri ya da kişilerin hareketliliği genellikle yakın bölgeleriyle sınırlı. Örneğin, Fortune Global 500’ün dünyanın önde gelen 365 çok uluslu şirketi arasında yaptığı araştırmaya göre, şirketlerden yalnızca 9 tanesi gerçekten “küresel” olarak nitelenebiliyor. “Küresel tedarik zinciri” de aslında küresel değil. Hatta tedarik zincirlerinde, nihai ürün alım satımından çok daha bölgesel bir trend söz konusu. Zira imalat için gerekli malların tedarikinin daha ziyade komşu ülkelerden yapıldığı görülüyor. Uluslararası sermaye hareketleri ve doğrudan yabancı sermaye için de aynı durum geçerli. İnsan hareketlerinin küreselleştiği de doğru değil. İnsanların çoğu ömürleri boyunca ülkelerini hiç terk etmiyor. Yurt dışına gidenlerin ise yarıdan fazlası kendi bölgelerinin dışına çıkmıyor. Öğrenci hareketliliği bu duruma istisna oluşturabilecek tek dinamik olsa da uluslararası öğrencilerin bile %40’ı doğdukları bölgenin dışına çıkmıyor. Yazıda bölgeselleşmenin küreselleşmeden neden daha etkili olduğu da anlatılıyor. Bu nedenlerin başında elbette coğrafi yakınlığın ekonomik işlemleri verimli kılma özelliği var. Kıtalararası ticaret büyük ölçüde zaman ve para kaybı anlamına geliyor. Buna ek olarak, gelişen tüm teknolojik olanaklara rağmen zamansal ve mekânsal farklılıklar iletişimi de zorlaştırıyor. Dilsel ve kültürel yakınlık hatta benzer bölgelerdeki benzer yasal koşullar ise aynı bölge içerisindeki ekonomik etkinlikleri kolaylaştırıyor. Covid-19 ya da küresel iklim felaketi gibi olgular da bölgesel etkinliğin yoğunlaşmasına neden olmuş durumda. Tüm bunların dışında, 2008 küresel krizinden beri yükselişte olan korumacı siyasetler de bölgeselleşmeyi, bilindiği anlamıyla küreselleşmeden çok daha fazla teşvik ediyor.
Tüm siyasal gündeme ek olarak Türkiye’yi önemli bir sınav bekliyor. Türkiye bölgeselleşme trendinin kazananı olmak için dijital ve yeşil dönüşümü başarıyla sağlamak zorunda.
Yazı, küreselleşmeyi bir mit olarak ele alması ve bölgeselleşmenin zaten üstün konumunu vurgulaması açısından hayli önemli. Bununla birlikte, aslında küreselleşme ve bölgeselleşme ilişkisinin niteliğinin tartışmaya açık olduğu unutulmamalı. Nitekim ulusal sınırların aşınması ve aşılması açısından ele alınacaksa bölgeselleşme pek ala küreselleşmenin bir basamağı olarak da işlev görebilir. Ya da bu şekilde algılanabilir. Öte yandan, bölgeselleşme pratiklerinin, anladığımız anlamda küreselleşmeye bir alternatif oluşturması da mümkün. Dolayısıyla burada bölgeselleşme pratiklerinin genel nitelikleri önem kazanıyor. Elbette bu teorik tartışma üzerine ciltlerce yazı kaleme almak mümkün. Ancak bu yazının önemli olan diğer tarafı aslında ekonomik verimlilik, çevresel-insani sorunlar ve siyasal-jeopolitik iklim nedeniyle aslında bir proje olarak küreselleşmenin kısıtlarını ele alması. BÖLGESİNDE TÜRKİYE, BÖLGESİYLE TÜRKİYE Geleceğe ilişkin bir çıkarım yapan ve ABD’ye siyasa-önerisi sunan bu yazıdan Türkiye açısından da çıkarılabilecek önemli dersler olduğu söylenebilir. Buradan çıkarılacak ilk ders Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini iyileştirmesi ve aslında yenilemesi gerektiği, böylelikle gerçekten bir bölgesel güç olabileceği. Hem uluslararası trendler hem de Türkiye’nin ekonomik, siyasal, askeri, tarihi ve demografik koşulları bunu olası kılıyor. TÜRKİYE AVRUPA’DA ELİNİ GÜÇLENDİRMELİ Avrupa ve Orta Doğu Türkiye’nin geleceği açısından çok önemli bölgeler. T.C. Ticaret Bakanlığı’nın verilerine göre Avrupa Birliği (AB) 2021 yılında 93 milyar dolarlık değer ile Türkiye’nin ihracatında %41’lik paya sahip ve ilk sırada geliyor.  İthalatta da Türkiye’nin 271 milyar dolarlık ithalatının 85 milyar doları yani %31,5’i AB’den yapılmış durumda. İhracatın, ithalatı karşılama oranı %108. Bu tablodan yalnızca ticarette bile Avrupa Birliği’nin Türkiye açısından ne denli önemli bir ortak olduğu ortaya çıkıyor. Üstelik AKP döneminin tüm Ortadoğu açılımlarına rağmen AB’nin önemli konumu değişmedi. Ne var ki, Türkiye ve AB ilişkileri hayli sorunlu ve Ukrayna krizinin yarattığı jeopolitik kaygıları bir kenara koyarsak aslında mülteci sorununa kilitlenmiş durumda. Bunda Avrupa Birliği’nin alışıldık çifte standartçı politikaları kadar Türkiye’nin ulusal çıkarlara hizmet edemeyen bir politika sürdürmesinin de payı büyük. Üyelik vizyonu olmalı mı olmamalı tartışılabilir.
Türkiye’nin son 20 yılda sürdürdüğü dış politika ise mevcut fırsatların kazanıma dönüştürülmesi önünde bir engel. Türkiye çok yönlü, rasyonel ve iktidar çıkarını değil ulusal çıkarı önceleyen bir dış politika çizgisine yeniden oturmalı.
Ama tartışma götürmeyen tek şey, Türkiye’nin AB ile ilişkilerini stabil, diyaloğa açık ve ulusal çıkarlara hizmet eden bir rotaya oturtmasının Türkiye açısından elzem olduğu. Doğu Akdeniz’deki, Ege’deki tüm gerilimler ve iç siyasal mücadeleler bir yana, Türkiye her şeyden önce Gümrük Birliği’nin koşullarının değiştirilmesi konusunda ısrarcı olmalı. Bunun için de masaya eli güçlü oturmak zorunda. Nitekim Türkiye, AB’nin ithalatında da ihracatında da yalnızca %3,5 civarında bir paya sahip. Dolayısıyla, saygınlığını ve güvenilirliğini yitirmiş mevcut iktidarın bu konuda başarılı olması sürpriz olur. Olası bir iktidar değişiminden sonra ise tüm siyasal gündeme ek olarak Türkiye’yi önemli bir sınav bekliyor. Türkiye bölgeselleşme trendinin kazananı olmak için dijital ve yeşil dönüşümü başarıyla sağlamak zorunda. Bu ayrıca çağı, muasır medeniyet seviyesini yakalamanın da bir gereği. İktidarı devralma olasılığı yüksek olan muhalefetin bu konudaki stratejisi şimdiden hazırlanmalı. Çünkü daha önce kaçırılan trenler gibi bu tren de kaçırılırsa Türkiye için yine çok geç olacak. TÜRKİYE ORTA DOĞU’DA İSTİKRARI TESİS EDEN ÜLKE OLMALI Buna ek olarak bölgeselleşmenin önemi bağlamında Türkiye’nin yalnızca bölge ülkeleriyle yakın ilişkiler geliştirmesinin de yeterli olacağı düşünülmemeli. Tüm bölgenin istikrarı önemli. Bölgenin istikrarı, Türkiye’nin iç istikrarı, ekonomik çıkarları ve jeopolitik gücü açısından hayati bir değere sahip. Türkiye bölgede istikrarsızlık kaynağı bir ülke olmaktan vazgeçip bölgedeki istikrarı teşvik ve hatta geçmiş deneyimlerine dayanarak tesis etmeye talip olması gereken bir ülke. Irak ve İran’la ilişkiler istikrarlı bir zemine oturtulmalı. Terör sorunu Türkiye kaynaklı bir inisiyatifle ve bölge içinde işbirliğiyle çözülmeli. Türkiye yalnızca Batı Asya’da değil tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da hatta Akdeniz’de tarihsel, ekonomik, demografik, askeri gücüne dayanan ama güç asimetrisini suistimal etmeye yönelmeyen bir liderlik misyonuna sahip olmalı. Zira bu misyonun da mevcut iktidarın günü kurtarmaya çalışan kısa vadeli politikalarıyla karşılanamayacağı ortada. Bu bağlamda, CHP’nin OBİT [Ortadoğu Barış ve İşbirliği Teşkilatı] projeksiyonu tarzı girişimlerin bölgeselleşme trendi açısından ne denli önemli olduğu görülüyor.  Tüm bu konjonktür içerisinde Türkiye açısından Suriye’de istikrarın sağlanması en önemli kalemi teşkil ediyor. Suriye meselesi, Türkiye’nin Avrupa ile masaya güçlü oturmasında da Akdeniz’de ve Kuzey Afrika’da etkin bir aktör olmasında da anahtar konumda. Kısacası önümüzdeki dönemde bölgelerin gücü artarken aslında Türkiye için önemli bir fırsat doğuyor. Ama bu fırsat yalnızca çok yönlü ve rasyonel bir dış politikayla kazanıma dönüştürülebilir gibi duruyor. Türkiye’nin son 20 yılda sürdürdüğü dış politika ise mevcut fırsatların kazanıma dönüştürülmesi önünde bir engel. Türkiye çok yönlü, rasyonel ve iktidar çıkarını değil ulusal çıkarı önceleyen bir dış politika çizgisine yeniden oturmalı. Ayrıca jeopolitik kaygılarla ekonomik kazanımları dengede tutabilmeli. Türkiye’nin gerçek anlamda bir bölgesel güç olabilmesi için doğru zamanda doğru politikayı uygulayabilecek, diyalog kurmayı bilen ama ne masada ne sahada ezilen bir vizyona ihtiyacı var.