Şiddetin ne kadar gerekli olduğunu hepimiz kendimize sormak zorundaysak da bir kenara bırakamayacağımız bir gerçek vardır: Kendi kozasına hapsedilmiş, uzlaşan bir insan yaratımı olsa olsa bir kuzu yaratımıdır. Bu yaratımı kabul etmektense kendi cehennemini hazırlayan bir kurt olmak daha iyidir. Hepimiz aslında kabul etmek istemesek de Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız baskı ve zulüm tüm dünyada var. Türkiye’den gitmek isteyenler bile diğer ülkelerdeki yaşama zorluklarının farkında ve buna göre “en uygun ülkeye” gitmek istiyorlar. Örneğin ABD. Kimse aslında orada da yaşamak istemiyor. Çünkü bir şiddet toplumu. Tüm dünyada şiddet var çünkü artık miladını doldurmuş olan neo-liberalizm çoktan geç kapitalizme evrilmiş durumda ve içinden çıkılmayacak bir arapsaçı ve dilemmaya dönüşen toplumsal karışıklıklarla baş etmenin, gider borusu iyice tıkanmış demokrasiyi por-çöz ile açmanın artık imkânı yok. Tüm dünya bir pat hâlinde. Hani satrançta “stalemate” denilen durumun Türkçesi. Ezilenler ve dezavantajlı olanlar haklı mücadelelerini artık yeteri kadar demokratik ortamlarda dile getiremiyorlar. Eğer onlara bırakılacak olursa, dünya elitini bir arabanın arkasındaki vince bağlamak gerekiyor. Haklılar. Üstelik hiç de bu kadar haklı olmamışlardı. Heinrich Heine bir dönem geldiğinde Almanların Thor’un çekici Mjöllnr’i çıkarıp vuracaklarını söylediğinde kimse onu ciddiye almamıştı (ama oldukça yanlış bir çekici çıkardılar). Tıpkı Heine’nin etkisi altındaki uzak dönem tilmizlerinden Nietzsche’nin felsefenin artık çekiçle yapılması gerektiğini söylediği gibi. Ancak İngilizcede Abraham Lincoln’den aktarılan güzel bir deyim var: “Eğer elindeki tek araç çekiçse her problemi bir çivi olarak görürsün” diye. Eh, bu da yeterince doğru. Lâkin ben bu yazıdaki “çekicin” ne olduğunu açıklayarak, şiddetin neden övülmesi gerektiğini ve şiddetin arkasında Milbank’ın ileri sürdüğü gibi bir “ontolojik nihilizm” olmadığını savunacağım. Tabii ki bu akademik bir makale değil. Bazı şeyleri ve hatta çoğu şeyi atlayacağım. İnsan, yani Latincesi ve İngilizcesi ile “person” kelimesinin orijinalinin Etrüskçeden Latinceye geçen 𐌘𐌄𐌓𐌔𐌖 “persu” yani maske kelimesi olduğu düşünülüyor.[1] Maske sık sık düşen bir şey ve onun ontolojisine de burada ayrıca girmeden şunu diyebiliriz; insanın varlığını özdeşleştirebileceği, varlık ummanında boğulmasını önlemek için bir çıpası var. Bu çıpanın altında ise metafiziksel bir konumlandırma yatıyor. İşte bu konumlandırma, bir ontolojiyi içeriyor. Tıpkı pek çok duygusal tepki gibi şiddet bunun özü değil, sadece bir fenomeni. Hatta bir tür hierofanisi. Kimi zaman onun kutsallaştırılmasının da sebebi bu. Ancak bu Agamben’in de üzerinde durduğu gibi tersten yapılan bir kutsallaştırılma olmuştu bugüne kadar. Değerli teolog ve filozoflardan John Milbank, Aziz Augustine’in civitas (medeniyet) kavramına karşı olarak Babil’in tam da bir şiddet toplumu olduğunu ileri sürüyor ve Augustine’in bu kavramından mülhem olarak yeni bir şiddet karşıtı toplum tasvirini yapıyor.[2] Milbank’ın bu refleksiyonunda bazı şeylerin doğruluğu tartışma götürmez. Milbank’e göre şiddet, pagan düşüncesinin insanlara “içsel” olarak gördüğü ve insanların etrafında bulunduğu her yere sinen bir kötülük olduğu düşüncesinin altını çiziyor ve bundan da öteye giderek Nietzschean güç ontolojisinin (ontology of power) yeniden icat edilen paganizmde tecelli ettiğini ileri sürüyor.[3] Haklı ve bu konuda gerçekten sayfalar dolusu analizler yapılabilir. Levinas ve Derrida’dan, Badeou’ya kadar pek çok filozof ve yazarın araştırmasına başvurabiliriz. Ben kısa yoldan gitmek zorundayım. Aristoteles’in “Bizimle eşit olanlar arasında birisinin refaha kavuştuğunu gördüğümüzde hissettiğimiz haset”in yarattığı şiddet ise pagan dünyanın hoş gördüğü bir şey değildir. Aristoteles, tıpkı hocası Platon ve hatta pre-sokratik pek çok filozofun da olduğu bir grup içerisinde “gücenme, haset duyma, fesatlık” ve bu duygulara sebep olan ve Yunan trajedisinin de esaslı unsurlarından birisi olan ὕβρις (hubris) yani küstahlığa varan kibri kesinlikle hoş görmez:
Günümüzde neo-liberal ve post-truth çağının anlatılarının şiddeti mahkûm etmesindeki sebep, aslında doğanın içsel olarak iki parçalı mevcudiyetinin bir hakikati oluşturmaması yönünde kabul gören genel bir ontolojinin zımnî bir mutabakatı mıdır?
“Hırslı insanlar hırslı olmayanlardan daha fazla hasede sahiptirler. Bilgelik ile hayatını geçirenler de bilge olmak için hırslanırlar. Aslında genel olarak söylenecek olursa herhangi bir şeyde itibar sahibi olmak isteyenler, o özel hususta haset doludurlar. Ve küçük zihinli insanlar haset olurlar zira her şey onlara büyük görünür.”[4] Ve bundan sonrası da tıpkı Cohen’ın Aristoteles’e atıf yaptığı gibi, bu büyüklüğe erişmiş olanların kendisini dokunulmaz sandığı bir ontolojik konumu mümkün kılar. Böyle insanlar der Aristoteles, tamahkâr ve hubristai yani kibirlidir.[5] İşte buradan çıkan şiddetin pek de anlaşılabilir tarafı yoktur. Pagan düşüncesinin temelinde yer alan şiddet bence Nietzsche’de yanlış yorumlandığı gibi (ya da belki de Nietzsche’nin yanlış yorumladığı gibi de olabilir) ontolojik olarak devamlı süregelen kadim bir iyilik-kötülük savaşından ibarettir. Hesiodos ve Zerdüşt’ün ya da Zalmoxis mitoslarının izlerini Babil’e kadar takip ettiğimizde esasında varlıkların zulmeti ve onların nuru arasındaki mücadelesi olduğunu görmek bence gayet mümkündür. Asurluların “Anzu miti” adındaki (Bottero bu mitostaki canavarın Sümerce adının İm.dugud olduğunu hatırlatır) oldukça eski bir mitosta, Tanrı Ea’ya meydan okuyan dağdaki bir canavarın nasıl katledildiğini anlatır; Tanrıların kerametiyle Ninurta’nın liderliğindeki insanlar el ele verip canavarı dağdan indirmeye ulaşırlar. Şiddet dolu bir çarpışma betimlemesinden sonra kahraman Ninurta’ya denir ki “hiç kaygılanma, yayını kur ve işkembesinden birer şimşek gibi fırlasın oklar!” Ve bu cesaret ve cengaverlikle Ninurta’nın fırtınasının darbesi, Anzu’nun kanatlarını parçalar. Anzu yok olmuştur.[6] Bu klasik Aziz George-Ejderha savaşı arketipinin bize anlattığı şeyden daha fazlası var. Bottero ve Kramer’in anlattığına göre bu savaş aynı zamanda sonsuz bir evrimsel döngüyü de tarif etmektedir.[7] Anzu ve Ninurta arasındaki savaş tıpkı Thor ve buz devleri ile, K’ukulkan ve diğerleri ile ya da Vişnu ya da asuralar arasındaki savaş gibidir; sonsuza kadar insanın mücadelesinin mitolojik tasvirleri olmakla birlikte bir hakikati temsil ederler: O hakikat de insanın bu mücadelede tarafsız olamayacağı gerçeğidir. Sırf bu yüzden şiddet kaçınılmaz bir zorunluluktur. Pagan anlatı içi boş bir savaş ve şiddet övgüsü değildir bu sebeple. Belki de buradan yola çıkarak şunu diyebilir miyiz? Günümüzde neo-liberal ve post-truth çağının anlatılarının şiddeti mahkûm etmesindeki sebep, aslında doğanın içsel olarak iki parçalı mevcudiyetinin bir hakikati oluşturmaması yönünde kabul gören genel bir ontolojinin zımnî bir mutabakatı mıdır?
İnsanın zaman kadar kadim ikilik, yani zulmet ve nur arasında kalakalması şiddetin sebebidir. Buna karşı da insanın pek yapabileceği bir şey yoktur esasında.
Burada Milbank’e tamamen ters düşerek evet demek mümkün görünüyor. Milbank’e göre tam tersine neo-liberalizm bu paganizmden neşet etmiştir ancak ben böyle düşünmüyorum. Bana göre günümüzün anlatılarının pek çoğunun şiddeti dışarıda görmesinin sebebi insanı sahte bir güvenlik illüzyonuna hapsetme ve bunun doğrultusunda da konforunu bozmasını zorlaştırma üzerine kuruludur. Milbank, neoplatonist Proclus’u bu bağlamda ele alışı elbette önemlidir; o, sekülerist sosyal bilimlerin “şiddetin ontolojisinden” beslendiğini ileri sürerken de Proclus’un  (Iamblichus’tan della Mirandola’ya ve Nicholas Cusanus’a kadar uzanan hermetik, kabalistik ve mistik gelenekleri de selamlamaktadır)  teolojisini temel alır.[8] Ancak ben de neoplatonculuğu savunan biri olarak şunu söyleyebilirim; Platonculuğun ve özellikle neoplatonculuğun bu konuda atlanmaması gereken bir tarafı da vardır; bu iki fikrinde temelinde yatan oksidentalist düalizm. Düalizm batı icadı değildir; Zerdüştlükten bu yana vardır ve Platon’un, özellikle neoplatoncuların bundan etkilenmediğini ileri sürmek, felsefe tarihinin büyük bir kısmından haberdar olmamak demektir. Felsefe ve dinler tarihinin temel tartışmalarını bir kenara bırakalım; Platonculuktan, Stoacılığa, Maniheizm’den, kabalistik Yahudilikten, mistik İslam’a ve oradan Hegel’e uzanan çizgide zamanın insanın tüketiciliği ve insanın kâinatın karşısındaki tanecik rolüne yapılan vurgu boşuna değildir. Bence bu Milbank’in kastettiği gibi bir nihilizm de değildir. İnsanın zaman kadar kadim ikilik, yani zulmet ve nur arasında kalakalması şiddetin sebebidir. Buna karşı da insanın pek yapabileceği bir şey yoktur esasında. Bununla, fiziksel olarak kullanılan her şiddetin temelinin meşru ve rasyonel olduğunu iddia etmiyorum. Bununla kötülük ve şiddetin bizim ayrılmaz bir parçamız olduğunu ve onları ne kadar kucaklarsak onlarla daha iyi geçineceğimizi iddia ediyorum. Ancak bu yine de fiziksel olarak kavganın ve şiddetin rasyonel bir gerekçesi olmaya yeter mi? Bence fiziksel olarak şiddetin rasyonel bir gerekçesi zaten yoktur; şiddete karşı şiddete göstermenin belki rasyonel olarak düşünülebilir bir tarafı vardır. Ancak ne kadar gerekli olduğunu hepimiz kendimize sormak zorundaysak da bir kenara bırakamayacağımız bir gerçek vardır. Kendi kozasına hapsedilmiş, uzlaşan bir insan yaratımı olsa olsa bir kuzu yaratımıdır. Bu yaratımı kabul etmektense kendi cehennemini hazırlayan bir kurt olmak daha iyidir. [1] https://www.etymonline.com/word/person#etymonline_v_12750 (23.03.2023) [2] John Milbank, Theology and Social Theory, Blackwell Publishing, İkinci Basım, BK: 2006, s.410. [3] Milbank, a.g.e., s.2. [4] Aristotle, The Complete Works Volume 2-Rhetoric: Book II, edt. Jonathan Barnes, Princeton University Press, 1996, p. s1387b21-1388a28, s.75. [5] David Cohen, Law, Violence and Community in Classic Athens, Cambridge University Press, s.64. [6] Jean Bottero-Samuel Noah Kramer, Mezopotamya Mitolojisi, çev. Alp Tümertekin, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1. Basım, Mart 2017: s.455-467. [7] Bottero-Kramer, a.g.e., s.467. [8] Milbank, a.g.e., s.XIX.