Yumurtadan çıktıktan sonra uçmayı henüz tam olarak öğrenemeyen karga yavrusu belirdi bahçemde. Tüyleri seyrek, tavuk misali birkaç kanat çırpışta yere tekrar konan, savunmasız bir küçük kuşumuz oldu. Sokağın ve mahallenin sayısı bilinmeyen kedilerinden küçük kargayı korumak isteyen büyükleri, olağanüstü gürültüleriyle etrafta uçuşup, başta insanlar olmak üzere hiçbir canlıyı yaklaştırmadılar yavrunun yanına. Birkaç hafta boyunca uygun yerlere ekmek kırıntısı bırakarak, büyümesini bekledik küçük kuşun. Tam olarak uçmayı öğrenmiş olacak ki, gönüllü olarak ve büyüklerinin de desteğiyle ayrıldı bahçemizden…
Kargaların insanlarla çok iyi geçinmedikleri bir gerçek. Lakin, tüm türdeşlerin bir araya gelip, savunmasız minik kuşu korumak için örgütlenmeleri de örnek alınası türden.
Biz (insanlar) 12 yaşındaki Abdulbaki Dakak’ı koruyamadık.
Biz (insanlar) bu ülkenin hekimi olmaya aday Enes Kara’yı koruyamadık.
Biz (insanlar) bilgisayar mühendisi adayı Mehmet Sami Tuğrul’u koruyamadık.
Biz (insanlar) 14 yaşındaki Berkin Elvan’ı koruyamadık
Biz (insanlar) çocuklarımızı “iş cinayetlerinden” koruyamadık.
Biz (insanlar) çocuklarımızı (adına evlilik demeyeceğim) tecavüzden koruyamadık.
Biz (insanlar) adını saymaya sayfaların yetmediği çocuk ve gençleri, “meşru” görünen yapılar içerisinde bilinçlerini, canlarını kaybetmekten kurtaramadık.
Biz ile “diğerleri” arasındaki fark sanırım tam olarak burada başlıyor… Markete tütün ürünü almaya gönderemeyeceğimiz yaştaki çocukları, adına “vakıf” denilen denetimsiz kurumların vicdanına bırakmakla…
Şanlıurfa’da Menzil Tarikatına ait (ve sözcük itibariyle yasal dayanağı olmayan) “medrese” adlı kuruma gönderilen Abdulbaki Dakak’ın cesedi bulundu.
Devamında aynı tarikata ait bir çiftlikte, 2 ve 3 yaşlarında iki kardeşin yem öğütme makinesine kapılarak can verdiği, şüphelilerin “Ödemelerimizi (kan parası) yaptık, olay kapatıldı” dediği ortaya çıktı. Çocukların Suriyeli olan ve Türkçe okuma- yazma bilmeyen ailesine de “Her türlü ücret vs. haklarımızın tamamını ve eksiksiz olarak Nazar Çiftliği’nden aldık. Hiç kimseden davacı ve şikâyetçi değiliz” ifadelerinin yer aldığı belge imzalatıldığı belirlendi.(Bu yazıda geçen “tarikat”, “medrese” ile çocuklarla birlikte anılan ve asıl anlamı “tecavüz” olan “evlilik” sözcüğünden rahatsızlık duyduğumu bu satırda ifade etmek isterim.)
Asıl ilginç olan çocukları, karanlık yapılar tarafından yok edilir ve sömürülürken, ebeveynlerin susmaları ya da sorumlular/ihmali bulunanlar dışında herkesi suçlamaları…
Cemaate ait evde[i] gördüğü baskılar sonucu intihar eden Enes Kara’nın babasının, “Cemaatten hiçbir şikâyetim yok. Ateist arkadaşlarından etkilenmiş” sözlerini sarf edebilmesi; İlim ve Kültür Derneği’ne ait yurdun aşçısı tarafından “Deccal’i vurdum” sözleriyle kafası satırla kesilerek katledilen Mehmet Sami Tuğrul’un babasının “Konakladığı eller, emin ellerdi” diyebilmesi;6 yaşındaki kızını tecavüzcünün eline bırakan Yusuf Ziya Gümüşel’in, fail yerine savcı ve psikolog hakkında suç duyurusunda bulunması, “kutsal” ailenin “direği” sayılan babaların davranışlarına birer örnek sadece…
Hadi İslami jargondan ilerleyelim… Hz. İbrahim’in oğlunu öldürmesine razı olmayıp koç gönderen Allah’a inanan baba, nasıl olup da yavrusunun ölümünde (en azından) ihmali bulunanlara karşı sessiz kalabiliyor? İbrahim peygamberin yıktığı putlar, bu ebeveynlerin kafasında yaşamakta hâlen sanırım…
İnsanoğlu, karga kadar olamadı özetle.
Ama sizin çocuklarınız için “sizden olmayanlar” olarak biz üzüldük.
Yapacak çok şey var… Bugün “değişim” denince akla her ne kadar 28 Mayıs seçimleri, ana muhalefet partisi ve Kemal Kılıçdaroğlu gelse de değişim tam da gençlerimizi ve çocuklarımızı koruyabildiğimizde başlayacak…
“Kutsal” ailenin evladını yitirmiş babaları susarken, “Bunlar LGBT’ciii” diye hedef gösterilen bireyler; çocuk sahibi olmadığı/olmayı tercih etmediği için “eksik, yarım” sayılan kadınlar; samimi inançlılar ile inançsızlar üzüldü…
Yere göre sığdıramadığınız “anne” figürünün, evladının (katilini demesek de) ölümünde sorumluluğu/ihmali olanlara tek söz edememesini hangi “değer” açıklıyor?
Kutsayın şimdi anneliği… Cumartesi anneleri 951 haftadır hak mücadelesi sürdürürken, yitirilen yavrularının ardından tek söz edemeyen/ettirilmeyen anneleri kutsayın…
Babalığı da kutsayın hadi… Çocuğunun kemiklerini torba içinde teslim alan baba Ali Rıza Arslan’ın “Bir tabutu çok gördüler” isyanına karşı, 12 yaşındaki Abdulbaki Dakak’ın “Yapacak bir şey yok” diyen babasını kutsayın.
Yapacak çok şey var… Bugün “değişim” denince akla her ne kadar 28 Mayıs seçimleri, anamuhalefet partisi ve Kemal Kılıçdaroğlu gelse de değişim tam da gençlerimizi ve çocuklarımızı koruyabildiğimizde başlayacak…
1924 tarihli Tehvid-i Tedrisat Kanunu’yla birlikte hiçbir mevzuatta yer almayan, “medrese” adlı denetimsiz (hatta ne idüğü belirsiz) yapılara evlatlarımızı kurban vermediğimizde başlayacak değişim.
Bireylerin en mahrem alanlarında, hangi cins partner ile ne yapacaklarının (toplumsal bir konuymuş gibi) meydanlarda/medyada höykürülmesine karşı durmaktır değişim.
12 yaşındaki çocuğun ölümüne/öldürülmesine, 6 yaşındaki çocuğa tecavüz edilmesine “dini” kılıfı altında bahane üretmeden üzülebilmektir değişim.
Evladını kaybetmenin acısını (kendi içinde hissetmekle kalmayıp) dillendirmeye cesaret eden aileler isyan ettiğinde başlayacak değişim.
Siyasetin sürekli konusu olan “din ve vicdan hürriyeti” başlığındaki “vicdan” kısmını unutmadığımız zaman başlayacak değişim.
Değişim olacaksa işte tam buradan başlayacak; önce kadınlar, çocuklar ve gençlerden…
--
[i] Yasal olarak “yurt” statüsünde olmadığı için “ev sözcüğünü tercih ettim.