Türkiye’nin geç kapitalizmin kriziyle ve iktidarın ağır ihmali/kasıtlı politikaları neticesinde yaşadığı ekonomik sorunlar gençleri -ve diğer tüm sosyal yapılar- sadece maddi anlamda etkilemiyor. Aidiyetsizlik, adaletsizlik ve umutsuzluk hislerini de besliyor. Mehmet Yaşar Altundağ yazdı. Geçtiğimiz cuma günü (18 Kasım) Şirin Payzin moderatörlüğünde Halk TV’de yeni bir program başladı. Bir Çıkış Arıyorum. Programın ismi oldukça manalı olmuş. Zira, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına doğru hızla ilerlerken iç içe geçmiş derin toplumsal ve siyasal krizlerden gençler, Kürtler, muhafazakârlar, sekülerler, kadınlar… bütün gruplar bir çıkış noktası arıyor. Siyasetçiler dahil. Programın formatı, 90’lar ve erken 2000’lerin politik atmosferini hatırlatıyor. O dönem Ali Kırca’ların veya Mehmet Ali Birand’ların tartışma programlarında olduğu gibi toplumun farklı kesimlerinden insanlar buluşuyor, tartışıyor, anlamaya çalışıyor. Bu anlamda sorunlarımız üzerine hep birlikte tekrar konuşabildiğimizi ve birbirimizi anlamaya çalıştığımızı hissettirdiği için birçok insan tekrar umut dolduğunu yazmış. İlk bölümde hem birçok genç hem de birçok siyasetçi vardı. Gençleri sadece öğrenciler değil aynı zamanda kariyerinin başında olan gazeteciler, sivil toplum çalışanları ya da siyasi danışmanlar da temsil ediyordu. Katılımcı gençlerin arasından bizzat arkadaşlarım da vardı ve onların ana akım bir mecrada doğrudan topluma ve siyasetçilere seslenebilmesi, kendilerini anlatabilmesi oldukça önemliydi. Neredeyse 4 saatlik programdaysa sürekli ortada dönüp dolaşan konu belliydi: Gençler ne istiyor? Gençlerin sorunları neler ve bunları nasıl çözeceğiz? GENÇLİK KRİZİ Program boyunca bizzat gençlerin anlattığı sorunların tekrar eden bir arka planı vardı: Aidiyetsizlik, geleceksizlik ve güvencesizlik. PolitikYol’a daha önce yazdığım Bir Ülke (Gençlerini) Nasıl Kaybeder yazısında benim de değindiğim duygusal kopuş ve aidiyetsizlik hissi, dün programda sık sık dile getirildi. Zira Türkiye’de yeni kuşağın yaşadığı çok somut bir barınma, eğitim, işsizlik ve beslenme sorunu olsa da mevcut sorun artık bir zihniyet dünyasına ulaşmış durumda. Siyaset kurumunun bizim problemlerimize bir çözüm getirmesi bir kenara, bu sorunları daha da derinleştirmesi bütüncül bir güvensizliği ve aidiyetsizliği gençlerde tetikliyor. Çözümün olmadığı hissini pekiştiriyor. Program boyunca gençlik krizi, aidiyetsizlik hissiyatı ve somut sorunlar tartışmanın temelini oluşturdu. Bunun ötesinde ise bizzat gençleri konuşmanın bu kadar önemli olması ve programın genel ruh hali dikkatimi çekti. Kendi kendime sordum. Neden gençleri konuşmak bu önemli oldu? GELECEĞİNİ ARAYAN ÜLKE Demokrat Parti’den İlay Aksoy programın ortasına doğru ilk defa söz alırken -biraz da konuşmasının ilk cümlesi olmasının verdiği rahatlıkla- bir cümle geçiştiriverdi. Gençlerin yaşadığı derin yoksulluk üzerinden barınma ve beslenme sorunları konuşulurken Aksoy “Gençlerin problemlerini herkes yaşıyor” dedi. Hatta yaşlılar daha da fazla diye ekledi. “Çünkü onlar bir de fiziksel dezavantaj yaşıyorlar”. İlk bakışta Aksoy’un bu cümlesi gençlerin yaşadığı geçim sıkıntısı, geleceksizlik ve temel ihtiyaçlara erişememe sorunlarını küçümsemek için kurduğu yönünde yanlış anlaşılabilir. Fakat, aksine bu cümleye katılıyorum. Gerçekten de bugün derin yoksulluk problemi sadece gençler özelinde kendini göstermiyor.
Türkiye’ye artık sığmayan bu 20 yıllık kabuğa dair bütün isyanları ve eleştirileri en somut haliyle gençler üzerinden gösterebiliyoruz. Çünkü gençlerin unutuluşu bütün bir Türkiye’nin unutuluşunu gösteriyor.
Açlık sınırının 7552 TL olduğu, yoksulluk sınırının 26.123 TL olduğu Türkiye’de gençlik safhasından çıkıp çalışma hayatına atılan erken yetişkinler de ciddi bir yoksulluk sorunuyla karşı karşıya. Türkiye’de çalışanların neredeyse yarısı asgari ücretle geçiniyor. İstanbul’da en düşük kira ücretleri 5 haneli rakamların üzerini hızla tırmanırken 30’larında bir yetişkin, acaba hayatını nasıl çekip çeviriyor? Sadece yetişkinlerin değil, emeklilerin de emekli maaşları enflasyonla erimiş durumda. Emeklilerin birçoğuysa çareyi emekli olduktan sonra da çalışmakta buluyor. Ya yaşamını emeğini satarak geçindirmek zorunda olan kent yoksulları? Hizmetliler, lokanta çalışanları, evlere temizliğe giden kadınlar… 2 senelik pandemi boşluğunda kayıt dışılığın neredeyse norm olduğu bu sektörde hiçbir yardım alamamış kent yoksullarının ücretleri de hızla eriyor, onların için yaşam koşulları zorlaşıyor. Bütün bu ekonomik, politik, sosyal ve duygusal sorunlar gençlere özgü değil. Fakat dün programı izlerken fark ettiğim bir gerçeklik şuydu. Yaşadığımız derin ekonomik ve politik bunalımların tezahürü bütün toplumsal grupların umutsuzluk ve aidiyetsizlik hissetmesiyle sonuçlanıyor. Öte yandan gençleri konuşuyoruz, gençleri konuşmak istiyoruz, gençleri konuşarak heyecanlanıyoruz… Çünkü gençler, siyaset dili için politik bir sembole dönüşmüş durumda. Ülkesini terk eden gençler, Türkiye’nin kaçırdığı fırsatları ve 100 yıldır aynı başarısızlık sarmalları arasındaki salınımımızı sembolize ediyor. Atanamayan genç öğretmenler, liyakatin ve çalışmanın nasıl giderek aşındığını gösteriyor. Yurt bulamayan gençler, nasıl sosyal devletin çöktüğünü anlatıyor. Türkiye’ye artık sığmayan bu 20 yıllık kabuğa dair bütün isyanları ve eleştirileri en somut haliyle gençler üzerinden gösterebiliyoruz. Çünkü gençlerin unutuluşu bütün bir Türkiye’nin unutuluşunu gösteriyor.
Bir araya geldiğimiz ender anlarda ne kadar kötü olduğumuzu birbirimize anlatarak topluca bir katarsis yaşıyoruz. Televizyon programları, muhalefet tartışmaları ya da Twitter’da buluşulan Space’ler bir yas evini andırıyor.
Çünkü Türkiye’de geleceğe olan inancımızı kaybetmiş durumdayız. Geleceğe inancımızı kaybederken geçmişin bitmek bilmeyen tartışmalarına gömülmüş kalmışız. Bu geçmişe saplanma haliyse topluma bir çözüm yok hissiyatını veren asıl etmen. Gençleri konuşmak, bir nevi (tekrardan) geleceği konuşma hissini veriyor. Nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz veya nasıl bir Türkiye hayal ediyoruz sorularına vereceğimiz cevapları gençlerin sorunlarını konuşurken fark ediyoruz. Aradığımız gelecek tahayyülünü ve gelecek umudunu gençleri konuşarak buluyoruz. Sürekli geçmişi deşiyor ve asla ilerlemiyor hissini veren siyasetin toplumda yarattığı adaletsizliği biraz da gençleri konuşarak, yeni yüzleri görerek ve gençlerin enerjisiyle aşmak istiyoruz. Yeni sosyal devlet, vatandaşını ciddiye alan iktidar, liyakate tekrar önem veren kurumlar, aç bir gencin olmadığı hayali aslında bütün bir Türkiye’nin ortak isteği. YASEVİ SENDROMU Öte yandan program boyunca bir tutum vardı ki, beni içten içe rahatsız etti. Adeta sürekli bir ne kadar kötü ve acınası bir halde olduğumuzu ispat etme çabası ve kaygısı vardı. Hem biraz moderasyonun hem de biraz siyasilerin motivasyonlarıyla gelişti bu hissiyat. Öğrencilerden, sivil toplum örgütünde çalışanlardan ya da siyasi danışmanlardan sürekli bir bizi şok edecek “gerçek” insani öyküler anlatılması beklenti. Toplumun derinliklerine nüfuz etmiş biri yaşadığı acıklı bir olayı paylaşacak ve biz de hep beraber “vah vah” üzüntülerine kapılacaktık. Yer yer bu hikayeleri programda dinledik de. Nitekim, bu hikayeler gerçek. Zira Hacer Foggo’nun da altını çize çize söylediği gibi derin yoksulluk sadece kendini bir ekonomi problemli olarak göstermiyor. Yaşamdan soyutlanma, geleceğini belirleyememe, en temel haklarını kullanamamaya sebep oluyor. Evrensel’in haberine göre ağırlığı kız çocuğu olmak sonra 3.3 milyon çocuk eğitimine devam etmiyor. Geceleri binlerce çocuk yatağına aç giriyor. Toplumca ağır problemlerin altından geçiyoruz. Fakat sürekli bu hikayeleri en çarpıcı ve çiğ bir şekilde arama ve dinleme hâli toplum olarak içinden geçtiğimiz bir durumu daha gösteriyor: Duygusal bir şok içerisindeyiz. Bir araya geldiğimiz ender anlarda ne kadar kötü olduğumuzu birbirimize anlatarak topluca bir katarsis yaşıyoruz. Televizyon programları, muhalefet tartışmaları ya da Twitter’da buluşulan Space’ler bir yas evini andırıyor. Sevdiği birini kaybetmiş insanları içten içe ele geçiren derin bir karamsarlık ve üzüntü hali olur. Dünyanın ne kadar yakıcı bir hal olduğunu kendine tekrar tekrar onaylatmak istercesine kaybı olan insan, etrafında da “evet ne kadar çok kötü bir durumdayız, değil mi?” diyebileceği birini arar. O anda da topluca bir katarsis (duygu boşalması) yaşanır.
Bu derin mutsuzluk ve yas halinin bir negatif sonucu da var. İnsanları daha da umutsuzluğa sürüklüyor, üzüntü duymakla yetinir kılıyor ve bir şeyleri değiştirme gücünü/iradesini elinden alıyor.
Bu durumda olduğu gibi Türkiye’ye dair kaybedilen umutlar ve gelecek tahayyülü de çok sevilen birini kaybetmenin yarattığı derin mutsuzluğu tetikliyor. Bu da bir yasevi sendromu yaratıyor. Fakat, bu derin mutsuzluk ve yas halinin bir negatif sonucu da var. İnsanları daha da umutsuzluğa sürüklüyor, üzüntü duymakla yetinir kılıyor ve bir şeyleri değiştirme gücünü/iradesini elinden alıyor. İlk bakışta gözükmese bile bu şok ve yas durumunun temel sorumlusu iktidar. Sadece 20 yıllık iktidarı sonucunda insanlarda yarattığı duygusal tahribattan dolayı değil. Aynı zamanda açlık, güvencesizlik, güvensizlik, eğitimsizlik ve derin yoksulluk gibi toplumun temelini sarsan problemleri kabul etmediği için. İktidar bu sağır hâliyle adeta umursanmadığını, görülmediğini ve ciddiye alınmadığını hisseden milyonlar yaratıyor. O milyonlara herhangi bir siyasi alan vermeyerek derin bir depresyona sürüklüyor. DAHA KÖTÜ GÜNLER BİZİ BEKLİYOR Geleceğe hazırlanmak onu doğru analiz etmek ve anlamaktan geçiyor. Nasıl bir dünyanın bizi beklediğini ne karalar bağlayarak ne de geleceğe doğru aşırı iyimserlikle anlayabiliriz. Ayrıca Türkiye’yi sadece kendi başına özel bir vaka olarak değerlendirmekten de vazgeçmek gerekiyor. Zira, son 40 yılda artan eşitsizlikler bizzat bütün Batı ülkelerinde yaşanıyor. Yeni jenerasyonlarda ev ve araba sahipliği oranı düşüyor. Batı’da ilk defa bir nesil, anne ve babalarından daha az bir refaha sahip. Yeni jenerasyonlardaki bu daralma Çin gibi ülkeler için geçerli değilken ekonomisinin temeli Batı’ya bağlı Türkiye’deyse bu daralma kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlıyor. Ayrıca Batı’da dualization (ikileşme) olarak adlandırılan süreçte eğitimli, kentli-orta sınıfların gelirleri artarken taşrada veya şehirde yaşayan düşük ücretli hizmet sektörü çalışanların arasındaki açılan makas, Türkiye’de etkisini daha şiddetli hissettiriyor. Zira, Türkiye’nin ne siyaseti ekonomide verimli istihdam alanları yaratıyor ne de üniversiteleri gençleri 21. yüzyıl becerileriyle donatıyor. Üniversiteye bir umutla giren gençleri acı gerçek birkaç yıl sonra karşılıyor. Bir yandan nüfus artmaya devam ediyor bir yandan da otomasyon gibi teknolojiler verimliliği artırırken istihdamda duyulan iş gücünü azaltıyor. Ayrıca yeni istihdam alanları biyo-sağlık, yazılım, uzay, finans gibi ileri seviye teknoloji alanlarında gerçekleştiği için Türkiye gibi sermayesi zayıf ve politik olarak dengesiz ülkeler bu sermaye alanlarından pek az yararlanıyor. Türkiye’de var olan yetişmiş insan kaynağının da küreselleşme trendiyle ülkeden gitmesi sorunun büyümesine iyice katkı sağlıyor. Nüfus artıyor, devletin ekonomiden ve sosyal hayattan çekildiği neoliberal model çöküyor, göç bir küresel sorun olarak kendini belli ediyor, yeni teknolojiler iş gücüne dayalı istihdam alanlarını kapatırken teknolojik yeni iş alanları açıyor. Gelir eşitsizliği kadar servet eşitsizliği de tartışmalarımıza giriyor ve yeni jenerasyonun birikim yapması zorlaşıyor. İklim kriziyse bir güvenlik, tarım, teknoloji, ekonomi ve en önemlisi insan hayatı konusu olarak karşımızda duruyor. Ülkenin gençleri olarak Türkiye’nin eski sorunları kadar dünyanın yeni sorunlarını ve bu yeni sorunların Türkiye’de yaratacağı yepyeni zorlukları konuşmamız gerekiyor. Zira, Soğuk Savaş yıllarında siyah beyaz televizyon izleyerek büyümüş siyasetçiler bunlara bir çözüm üretmek dursun, anlamakta dahi zorlanıyor. Sözün bize geçmesi için çabalamak gerekiyor.