Pazar Politik

“Ben, Bir Başkasıdır”

Abone Ol
Kişinin felsefeyle kendisini kendini aramaya çıkması mümkündür. Fakat felsefe bir bulma değil arama girişimidir. Kendilik keşfetmeye değil, icat etmeye uygundur. O yüzden Rimbaud’nun söylediği gibi: “ben, bir başkasıdır”. Söylemler dünyayı yansıttıkları iddiasıyla üretilirler ama yaptıkları şey onu düzenlemektir. Bu düzenleme girişiminde dünyanın bütün karmaşıklığı belli ilkeler doğrultusunda birbirleriyle anlamlı ilişkiler içerisine yatırılır. Bir harf, sözcük, cümle ya da paragraf, bir insan, bir kurum, bir kıyafet, bir rejim, sokak köpekleri, tüm bileşenleriyle evren; düzenlemeye kendilerinde hazırda var olan değerlerle katılmazlar. Aksine, tümüne değerlerinin ne olduğu düzenlemenin ilkeleri tarafından bildirilir. Dünyayı algılamaya çalışırken genelde tekil olandan tümele gittiğimiz düşünülür, tümel olanın tekilleri belirlemekte daha etkili olduğu gözden kaçar. Varlıklara zihnimize onlara ilişkin daha önce çekmiş olduğumuz veriler çerçevesinde, sınıflandırmalar bağlamında, kültürel donatılar ikliminde yer açarız. Karşılaştığımız her şey, zihinsel geçmişimizin yönlendirmelerine emanettir. Hiçbir yeniliği arı bir yenilik olarak görmeyiz. Bizim için yeni ne varsa, eskinin ölçütleriyle değer biçilir. Her yenilik, eskinin paçavralarıyla girdiği ilişki içerisinde haritalandırılır. Bu yüzden şunu sıkça duyarız ya da bizzat kendimiz söyleriz: ‘yer yüzünde yeni hiçbir şey yoktur’. Bence bunun kadar isabetsiz bir söylem daha yoktur. Karşılaşılan her şey, her kişi, her olgu, her olay biriciktir ve bu yüzden yenidir. Her karşılaştığımız yenilik, onu değerlendirebileceğimiz yeni ölçütlerden yoksundur ve zorunlu olarak yenilerin tümü eskinin ölçütleriyle ölçülüp biçilir. Eski ölçütler bize ancak yeniliğin, eskilerle olan ilişkilerini deşifre edebilir. Yeniliği gerçek yeni düşüncelerle ölçüp biçmek ancak bir kekelemedir çünkü onun henüz ne kavramları, ne ölçütleri, ne başkasına anlatılabilir bir konumu vardır. Yeni olanı ancak yeni bir bakışla, yeni ölçütler geliştirerek; dolayısıyla da yepyeni bir dil kurarak değerlendirmek gerekir. Fakat bu kadar yenilik, başkalarının onu algılaması için işleri güçleştirir. Çünkü eskinin tümel düzenlemesi yani söylemlerin tutarlı bir bakış açısını referans oluşturacak şekilde katılaşması yani ideoloji, onu çoktan alışılmış bir konfor alanı içerisinde değerlemiş ve sosyal mutabakata uygun bir şekilde sistemin kendi düzeni çerçevesinde sınıflandırmıştır. İdeoloji, tutarlı bir tasarı paketi olarak, insanlara yön veren bir anlamlar ağı, yaşamın simgesel deşifresine ilişkin bir haritadır. Gerçekliğin temsili olmaya göz kırpar fakat işlevi daha çok gerçeklikle kurulmak istenen ilişkinin temsili olmaktır. İdeoloji, onun yaşamı anlamlı kılan ve yaşamın tüm parçalarının tutarlı bir şekilde birleştiren bir yazılım olarak, yaşamın tüm bileşenlerini sınamamızın ardından zihnimize yerleştirdiğimiz bir okuma biçiminden çok, bambaşka irrasyonel gerekçelerle seçtiğimiz/inandığımız bir dünyayı kullanma kılavuzudur. Dünyayı sınayarak ideoloji geliştirmekten çok, ideolojimize uygun bir şekilde dünyayı kavramaya eğilim gösteririz.
Bir olay, bir kişi, bir yenilik, aynı anda ona bakan birden fazla ideoloji için, o ideoloji sayısı kadar farklı anlaşılır, algılanır ve duyumsanır. Simgelerle, sözlerle bizi kuşatmış olan ideoloji, kendi değerlendirmemizi yaptığımızı, kendi kararlarımızı aldığımızı düşündürtür
İdeoloji, bir söylemdir. Her şeyi, her şeyle ilişkilendiren temel ilkelerin ne olduğunu belirleyen düzenlemedir. Paralel bir dünya tasarımıdır çünkü arı şekilde simgeseldir. İdeolojide hiçbir şey kendisi değildir. Her şey bir ilişkisellik ağı içerisinde ideolojinin kendisine biçmiş olduğu simgesel anlamdan ibarettir. Tüm insanların çok benzer bedenlere ve zihinlere sahipken, birbirlerinden bu kadar devasa şekilde farklı hiyerarşik konumlara sahip olmaları, varlığını gerçeklere değil, simgelere dayar. İdeolojiler mutlak, kapalı, yeniliğe direnen, insanların duygularına hitap edip, zihinlerine egemenlik kuran, yayılan ve kendisini savunanlardan kati bağlılık isteyen bir düzenleme biçimidir. İdeoloji, felsefenin aksine en gelişkin versiyonlarını bireysel bir düzenlemenin girişimlerinden çok, kolektif hareketlerin düzenlemesinde bulur. Bu yüzden anlamlandırma kapasitesinde zihinsel arayışlardan çok duygusallığa yer açar. Kutsallar, ödevler, görevler gibi daha “ulvi” yaklaşımlarla donatılmıştır ve bireyden yola çıkarak toplumu kurmayı değil, ideal toplumu icat ettikten sonra ona uygun bireyleri yetiştirmeyi sever. İdeoloji bireyden büyüktür ve onu her şeyde yönlendirir. İdeoloji, dünya ile aramıza girmiş bir ara yüzdür. Yaşadığımız her anı, her olayı a priori olarak anlamlandırır. Başımızdan geçen her şeyin ideoloji açısından doğrulanması zorunludur. Bizler dünyayı ideolojinin varsayımlarına, düzenlemelerine uygun şekilde algılama eğilimine gireriz. Bu yüzden bir olay, bir kişi, bir yenilik, aynı anda ona bakan birden fazla ideoloji için, o ideoloji sayısı kadar farklı anlaşılır, algılanır ve duyumsanır. Simgelerle, sözlerle bizi kuşatmış olan ideoloji, kendi değerlendirmemizi yaptığımızı, kendi kararlarımızı aldığımızı düşündürtür. Oysa gerçekleşen şey, bize empoze edilmiş yaşam kullanma kılavuzuna uygun hareket etmemizden başka bir şey değildir. Dayatılmış simgeleri, söylemleri ve sözleri kırmak, ancak yeni simgeler, söylemler ve sözler icat etmekle mümkündür. Kişinin yaşamı kendisinin kılması, onu yeni baştan, betimlemeye kalkışmasıyla mümkündür. Betimlemeksizin yorumlamaya girişmek, onu başkalarının hazır betimlerine ve ideolojisine göre yorumlamaktır. Böyle bir konumda, ‘ben, bir başkasıdır’. Kişinin felsefeyle kendisini kendini aramaya çıkması mümkündür. Fakat felsefe bir bulma değil arama girişimidir. Kendilik keşfetmeye değil, icat etmeye uygundur. Oysa birey mucit değildir. Kişi kaypaklık içinde kendisine bir kimlik kazandırma uğruna yine soluğu bir ideolojinin altında almanın konforuna yakındır. O yüzden Rimbaud’nun söylediği gibi: “ben, bir başkasıdır”.