Loading...
Babalar ve oğullar
Muhafazakarlık gündelik yaşamda, akademide ve elbette eril siyasette - Sol için “dönek” olmak endişesi ile ve Sağ için “dönme” olmak kaygısı ile – son derece yaygın olduğu sürece, toplum “değişime” olumlu bir değer yükleyemez.
Son zamanlarda Tolstoy ve Dostoyevski gibi Rus edebiyatı klasikleri daha sık hatırlanır oldu. Bu yazıya böyle bir başlık attıktan sonra Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in aynı adlı eserini anmamak da olmaz elbette.
Tabii bu, eserin Türkçe’deki adı. Asıl adı “Отцы и дети” veya “Ottsı i Deti”; yani “Babalar ve Çocuklar”. Bu kültürde “çocuk” denince akla ilk “oğlan” geldiği, kız çocuklarının nüfusa bile (zamanında) kaydedilmediği veya kadınların hala türlü bakımlardan yok sayıldığı düşünülünce, gayet olağan.
Kitap da zaten bir yandan babalar ve oğullar arasındaki kuşak yarılmasını işler. Fakat diğer bir yandan da, 19. yüzyılın ortalarında kendi ifadesiyle hem “Rusya’ya Batıdan gelen liberal ve nihilist akımlar” arasındaki rekabeti, hem de muhafazakarlık ve din ile çatışmalarını filan da ele alır.
Bir yerinde Bazarov’a “Aristokratizm, liberalizm, ilerleme, ilkeler” gibi sözlerin “ne kadar yabancı ve yararsız” olduğunu,“Rus insanının bedava verilse bile bunlara gereksinimi olmadığını” söyletir. Sonra dindar ve muhafazakar baba Nikolay Petroviç bunların “insanlık kurallarına” ve “tarihin mantığına” aykırı olduğunu dillendirince, Akadiy söze girer:
“Mantıktan bize ne? Onsuz da idare edebiliriz.”
“Nasıl yani?”
“Basbayağı. Umut ediyorum ki, acıktığınız zaman ağzınıza bir lokma ekmek atmak için mantığa gereksinim duymuyorsunuzdur. Biz nerede, bu soyut kavramlar nerede?”
Felsefeci Turgenyev başka bir yerde amca Pavel Petroviç’e sordurur: “Ee, bu bay Bazarov’un kendisi necidir?” Arkadiy yanıtlar: “Neci mi? O bir nihilisttir”. Kitap salt bunun sonrasındaki diyaloglar veya “Eskiden Hegelistler vardı, şimdi nihilistler” gibi satırları için bile, hoş bir felsefe sözlüğü gibi okunabilir.
Her halükarda, başka klasiklerde de olduğu gibi eserdeki kavramlar ve ana temalar anakroni yapılmadan ve tarihsel zamana uygun tercümelerle okunduktan sonra elbette, zaman-sızdırlar. Nitekim onları da klasik yapan bu (“evrensellik”) özellikleri değil midir?
Başka bir deyişle, Babalar ve Oğullar’ı şimdi okuyan birisi okuduklarını Türkiye’nin bugünkü boğazına kadar batık toplumsal ortamıyla ilişkilendirebilir. Hatta berbat ve kilitlenmiş siyaseti için bazı ipuçları da bulabilir.
Her zaman olduğu gibi, okuyucunun neyi, nasıl okuduğu ve soyutlamalarını ve somuta uyarlamalarını ne şekilde yaptığı önemlidir. Bunları da yine daha önce başka okudukları ile “metinler-arası ilişkilerini” nasıl kurduğu belirler önemli ölçüde.
Elbette bir “aşk romanı” gibi de okunabilir. Yani kitapta Anna Sergyevna gibi bir varlıklı dul ve Feniçka gibi Nikolay’dan gayri-meşru çocuğu olan bir hizmetçi gibi kadınlar da vardır tabii. Fakat onlar soyut ve entelektüel konularda değil, türlü duygusal ikilemler ve iç çatışmalar filan söz konusu olduğunda devreye girerler. Yani erkek özneleri arzulayan veya onların arzu nesneleri olarak.
Bu yazıdaki esas amacım kitap tanıtımı olmadığına göre, lafı hiç aklımızdan çıkmayan kendi toplumumuza getirelim. Başka bir deyişle ekonomisinin ve siyasetinin kilitlendiği politik ekonomik bataklıkta çırpındıkça batan güzel ülkemizdeki babalar ve oğullara dönelim.
Yaşam tabii ki kadınsız olmaz. Çocuk “aile” olmadan, yani tabiatta (ender türler hariç) bir anne ve baba olmadan olmaz. Toplumsal düzen ve siyaset de o “aile” olmadan olmaz. Tabii ki ilkinde biyolojik, ikincide sosyokültürel aile kavramlarından bahsediyorum.
Fakat daha geçen ay, Anneler Günü Pazarı yazımda patriarki öncesi anaerkil toplumsal düzenden biraz söz etmiştim. Kadının “evrimi” ve Türkiye’de bugünkü konumuna değinmiştim. Ayrıca bugün Babalar Günü Pazarı. Dolayısıyla şimdilik biz de “kadınları kenara koyup, babaları ve oğulları merkeze alalım”.
Tabii bu aslında “görünmez kadını” ve görünmez psişik ekonomik siyasi dinamikleri toplumsal sorunların tanımlanmasının ve iktidar-muhalefet siyasi çatışmalarının çözümlenmesinin, kısacası Türkiye’nin demokratikleşmesinin tam da göbeğine koymak demektir; o da ayrı mesele. O bakımdan önce mini bir “entelektüel tur” atalım.
Elbette bu tura da, üstelik babalar ve oğullar, kadın ve siyasi psikodinamikler de demişken, başka bir felsefecinin 1913’te yazdığı Totem ve Tabu ile başlamasam olmaz.
TOTEMLER VE TABULAR
Turgenyev, Tolstoy, Dostoyevski, Nietzsche, Darwin ve diğer kendinden önceki ve çağdaşı pek çok önemli yazarı okumuş ve tabii ki felsefeciden çok daha fazlası olan bu tarihi kişi Freud’dan başkası değil elbette. Onun adının (yücelterek veya yererek!) telaffuz edildiği veya cımbızlanan ve vülgarize edilen alıntılarının araçsallaştırıldığı oranda, tartışılanların çoğunun birer safsatadan ibaret olduğunu bilmem söylemek gerekli mi?
Yoksa ondan dün veya günümüzde hala en çok etkilenenlerin, hatta fikirlerini aşıranların Freud’un adını anmaktan imtina ettiklerini örneklemek?
Bugün düşünce “bilim felsefesi” okuyan ve tarihi kişilerin doğum veya vefat günlerini ezberleyenlerin düşünce tarihinde kavramların izini sürmekle filan pek ilgilenmediklerini eklemek?
Veya günümüzde anaakım Sosyal ve Beşeri bilimler, özellikle de Kültürel ve Eleştirel İncelemeler alanlarındaki pek çok “havalı” çekirdek kavramın ve ilkenin (aynı veya başka terimler ile) temelde Freud’dan çıkma olduğunu hatırlatmak?
Dahası ve bizim açımızdan en önemlisi, toplumsal kuram ve pratiklere hala yapabileceği katkılarının çarpıtıldığını, dolayısıyla siyaseten de önemli olan, toplumu esas dönüştürücü ve özgürleştirici katkılarının atlandığını vurgulamak?
Günümüzde hala Freud’un bir tabu, psikanalizin de totemizm gibi diri tutulması, kanımca en hafif ifadeyle hayli ilginçtir. Sözcüğün tam anlamıyla tam bir ironidir.
Nitekim kendisi de hem her iki durumun, hem de pek çok güncel sarmalın şifrelerini o kitapta vermiştir. Sonrasında da fikirlerini hem kendisi sürekli geliştirmiş ve dönüştürmüştür, hem de psikanalize kuramsal katkılar ve yeniden okumalar günümüze kadar süregelmiştir.
Totem ve Tabu’da Freud “tarih öncesi” veya “ilkel” denilen insanların din ve toplumsal ahlak kuralları (değil ki modern hukuk!) olmadan önce “toplumsal” (yani klan) düzenlerini totemler ve tabularla nasıl sağladıklarını inceler. Aynı toteme bağlı anne veya baba tarafından aktarılan ve “biyolojik olmayan aile/akrabalık ilişkilerinde” ensesti önleyici kuralların nasıl işlediğini anlatır. Bunları 20. yüzyıl modern toplumuyla ilişkilendirir.
Burada ne bu kitabın da, ne de Ödip veya Elektra komplekslerinin ayrıntılarına girecek değilim elbette. Kaldı ki psikanalizin! Veya bu toplumu ve psikanalizi başka kuramlar ve toplumsal pratikler ile diyalog içindeki kendi eleştirel ve dönüşümsel metakuramsal okumalarımın.
Fakat Freud Baba’nın Yasası kavramının temelini ilk o çalışmasında atar ve meta-psikolojik çatısını da kurar. Nitekim daha sonra bu ilkeyi Lacan da Baba’nın Adı olarak Sembolik/Simgesel düzene taşır ve “meşhur” eder.
Tabii Freud ile Lacan arasında hangisi daha çok yanlış anlaşılmıştır veya istismar edilmiştir sorusu da ayrı bir mesele. Hatta hem onların, hem de okuyucuların kendi “baba-oğul” çatışması ve rekabeti olarak bile ele alınabilir.
TÜRKİYE’DE İKTİDAR-MUHALEFET
Her halükarda bu toplumda cinsellik en büyük tabu. Hala bunun etrafında dolanan “bayan-kadın” tartışması ve “yaşam biçimi” tayin edici yasaklar, “kılık-kıyafet” kısıtlayıcı yönetmelikler filan süredursun.
Ensest ve diğer cinsel şiddet tipleri çok yaygın. Totem düzenindeki gibi babanın erkek arkadaşlarına “amca”, annenin kadın arkadaşlarına “teyze” dendiği malum. Ondan da vaz geçtim, 21. yüzyılın profesyonel ortamlarında insanlar, hatta kamusal TV programlarda filan gazeteciler birbirlerine “abi” diye hitap ediyorlar.
Sonuç olarak ve kısacası, bu ülkede tüm Sol ve Sağ; yani (1) siyasi dinci, (2) etnik milliyetçi, (3) ulusalcı, ve (4) liberal politika(cı)lar fena halde eril zihniyette gömülü. İktidar/güç odaklı Oryantalizm/Oksidantalizm söyleminde derinden “konumlanmış” durumda.
Yeri gelmişken, yerel entelektüeller için bir de mini ara not: Görünen o ki, memlekette sömürgecilik-sonrası yazınını okumayı ve anti-emperyalist siyasi hamasetler için araçsallaştırmayı seven Sağcılar veya Solcuların çoğu ne Said’in Columbia Üniversitesi’ndeki seminerlerinde Freud’un Rüyaların Analizi’ni okuttuğunun, ne de Althusser’in “meşhur” ettiği konumlanma/çağrılma (interpellation) kavramının patentinin Freud’da olduğunun farkındalar.
Elbette psikanalizin de, sonrasında post-yapısalcılığın, post-modernizmin veya diğer akımların da hangi sebeplerle ve açılardan modernizme eleştiri olduklarını anlamadan da siyasetteki toplumsal dönüşümler doğru tanımlanamaz bile. Değil ki onarıcı yönde bunları gerçekleştirmek olanaklı olsun.
Muhalefet eril (devlet) Baba’nın Yasası’nı sökmeden ve (Foucaultcu anlamda) iktidar/güç anlayışını “iğdiş etmeden”, kendini dişil konumlandırılmışlığından özerkleştiremez. Bu da olmadan ülke asla demokratikleşemez. “Temsili Demokrasi temsilini” sürdürmek için ister yönünü “GPS pusulası” ile bulsun, ister kaçıncı kez yeniden Ana-yasasını yazsın ve referanduma sunsun veya toplumsal oydaşma arasın.
Naçizane çözümlemem şudur ki, muhafazakarlık gündelik yaşamda, akademide ve elbette eril siyasette - Sol için “dönek” olmak endişesi ile ve Sağ için “dönme” olmak kaygısı ile – son derece yaygın olduğu sürece, toplum “değişime” olumlu bir değer yükleyemez.
Sadece kendi bağnazlığı, basmakalıp önyargıları, “trans” kimlik karmaşası, siyasi bulanıklığı ve “bilimsel” teknolojileri, iktidar-muhalefetin çatışmaları ve gücü besleyen direniş sancıları içinde boğulur!
Açıkçası, akademisinden siyasetine kadar Türkiye’de en büyük iç ve dış düşman “totemist bağnazlık”.
Velhasıl tam on beş yıl önceki Kadınlar Günü’nde yazmış olduğum saptama ve görüşlerimi (*) tekrara düşmemek adına yeniden okudum şimdi. Onda revize etmek istediğim (o günkü küresel konjonktür dahil!) en ufak bir değişiklik dahi çıkmadı. Sadece aradan geçen yıllarda, günümüze yaklaştıkça cehaletin şiddeti kadar, cahil cesaretinin de dozu ve toplumdaki yıkıcılığı arttı. Onun için de nitekim bunları yazdım.
Böylece bu yazı da biter, başka bir yazı gelir. Bu Babalar Günü de geçer, başka bir Babalar Günü gelir. Bugünün babaları da dünkü oğullardı nitekim. Elbette, kan bağı veya totem bağı olsun olmasın, tüm babaların bu günü güzel, iyi ve kutlu olsun!
---
*Babalar, oğullar ve kadınlar, Radikal, 8 Mart 2007
Bunlar da ilginizi çekebilir