Türkiye ve AB ilişkileri, Göç Mutabakatı, Kovid ve son zamanlarda Ukrayna’nın işgali gibi konjonktürlere göre değişim gösteriyor. CHP Brüksel Temsilcisi Kader Sevinç Türkiye-AB ilişkilerinin geçmişini ve bugününü yorumladı. "Uzun ince bir yol" ifadesiyle özdeşleşen Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik süreci uzadıkça uzadı ve yol giderek daha da dolambaçlı hale geldi. Bu yolu olabildiğince kısaltabilmek ve dümdüz hedefe doğru giden hale getirmek için Türkiye'nin ve onu yönetecek siyasi iradenin doğru bir analizde bulunması ve bunun gereğini yapması elzem. Türkiye'nin AB üyelik süreci konuşulduğunda, konuşmaya dillere pelesenk olmuş "AB samimi değil" vurgusu damgasını vurur. Bugüne kadar Türkiye'yi yöneten siyasi iktidarların çoğu da bu söyleme yaslanarak hareket etmişlerdir. Topluma "aslında biz sürecin gereğini tamamen yapıyoruz ama AB samimi değil" mesajı zerk edilerek siyaset kurumu üzerindeki sorumluluktan arınmaya mı çalışmaktadır? AB'nin hiç mi suçu yok? Muhakkak tekil bir aktör olmayan Avrupa Birliği'nin de Türkiye ile ilişkilerde yaptığı çok sayıda hata var. Bunları objektif bir biçimde görmeden ve seslendirmeden eksik bir analiz yapmış oluruz. Bunların başında, Türkiye karşıtlığı ile bilinen dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin başını çektiği ve onun peşine takılarak Türkiye'nin AB üyelik müzakere başlıklarının açılmasını, tam üyeliğe gitmesi gerekçesiyle siyasi olarak engelleyen AB liderleri gelir. AB ile tam üyelik müzakereleri yürüten bir ülke olarak Türkiye ile bir takım müzakere başlıklarının açılmasını "tam üyeliğe gider" gerekçesiyle engellemek kendi başına bir oksimoron, Avrupa değerlerine ihanet, kurallar temelinde işlemesi beklenen Avrupa projesine hıyanet değildir de nedir? AB tarafında bir diğer sorun Avrupa bölgesindeki demokrasi karnesi bozuk otoriter liderlerle kurduğu sıcak ilişkiler üzerinden işleri yöneten Alman Şansölyesi Angela Merkel'in tutumu olmuştu. Angela Merkel'in sistematik olarak Türkiye ile AB ilişkilerini değerler, kurallar ve tam üyelik yönünde ilerlemekten uzaklaştırıp "transaksiyonel ilişki" modeline yönlendirmesi ve Türkiye tarafında iktidardan da sessiz bir kabul görmesi önemli bir sorundu. Kuşkusuz AB tarafında tek suçlu değil buna göz yuman; Avrupa projesi için sağlam, tutarlı bir tutum alamayan diğer AB liderlerinin zayıf tutumu da belirleyicidir. Merkel'in AB ile müzakerelere başladığımız 3 Ekim 2005'ten bu yana adım adım işlediği bu strateji Türkiye'nin de alan açmasıyla başarılı olmuştur. Reform gündemini terk eden, AB reformları adı altında kendi siyasi gündemini ülkeye dayatan iktidar, bu süreçte Merkel'in başını çektiği Türkiye karşıtı hareket tarafından 2005-2013 döneminde avuçları patlarcasına alkışlanmış, ortağı Gülen Cemaati, Paralel Devlet ya da şimdilerde popüler olan ismiyle FETÖ ile beraber iktidar "demokrasi kahramanı" ilan edilmişti.
Örneğin Göç Mutabakatı’nda vize serbestisi konusunda Türkiye taahhüt ettiği 72 maddelik reformları, tüm muhalefet de harekete geçip destek vermişken iktidar tarafından yarıda bırakılmıştır.
Bu grubun iktidara bu yönde katkısı ve ondan elde ettiği faydaları yazmaya kalksak sayfalar yetmeyebilir. Lâkin günün sonunda hatırlanması gereken aralarında bir kavgaya düşmeden evvel AB'den hızla kopan Türkiye'yi yaratma ve bunu uluslararası platformlarda perdelemekte ortak olduklarıdır. O yıllarda iktidar Dışişleri Bakanlığı'nın tüm imkânları ve devletin tüm gücünü bu grubun önüne sermişti. AB içinde Merkel'in başını çektiği Türkiye karşıtı grup için bulunmaz bir imkân ele geçmişti, bunu sonuna kadar değerlendirmek gerekliydi. AB'NİN TÜRKİYE'Yİ TAŞERONLAŞTIRMASI İKTİDAR ELİYLE GERÇEKLEŞTİTÜRKİYE AB'NİN TAŞERONU KONUMUNA DÜŞÜRÜLDÜ Geçen 17 yılda ve özellikle 2010'dan bu yana artarak, AB'nin üye ülkelerinin kendi yararına görmediği, enerjisini harcamak istemediği ne varsa Türkiye'nin sırtına yüklendi. Bunun en çarpıcı iki örneği Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerinin dönüştürmek istemediği çöpleri Türkiye'ye göndermesi ve ülkemizin doğasının günden güne kirlenmesidir. Avrupa'nın çöplerini alan ülke konumuna sokulduk. Bu Türkiye’nin bugün kendi iktidarı eliyle uluslararası alanda hor görülmesinin ötesinde ayrıca gelecek kuşaklara, temiz, yaşanabilir bir Türkiye devretme sorumluluğuna da ihanettir. İkincisi AB-Türkiye arasında Mart 2016'da yapılan Göç Mutabakatı’dır. Kısaca savaş sebebiyle ülkelerini terk eden Suriyelilerin ve diğer ülke vatandaşlarının Türkiye üzerinden Avrupa Birliği'ne geçişini engellemek üzere Türkiye'ye fon sağlanacak, Türkiye de onları kendi sınırları içinde tutacaktı. Bu anlaşmanın çok sorunlu etik boyutu bir yana her mutabakatta iki tarafın elde ettiği kazanımlar vardır. AB tarafı da böyle düşünerek Gümrük Birliği'nin güncellenmesinden, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına vize serbestisine, AB üyelik müzakere başlıklarının bazılarının açılmasına uzanan Türkiye için bir takım unsurları masaya koydu. Bunlar göçmenler için harekete geçirilecek fonlardan ayrı unsurlardı. Absürt bir şekilde, bu Göç Mutabakatı'nı müzakere eden başbakanı görevden alma hadisesini takiben Erdoğan ipleri eline aldı. Bunun sonucunda gördüğümüz tablo AB'nin istediklerinin tamamının yerine getirilip, karşılığında Türkiye için çıkar olan masadaki unsurların masada kalmasına şahit olduk. Peki, Türkiye bu mutabakat sonucunda bir şey kazanmadıysa ve milyonlarca göçmeni ülkesinde tuttuysa, bu anlaşmadan kim ne kazanmıştır? Bu soruya verilecek gerçekçi yanıt AB ile ilişkilerde değişen dengeleri doğru analiz etmek için elzemdir. Örneğin vize serbestisi konusunda Türkiye taahhüt ettiği 72 maddelik reformları, tüm muhalefet de harekete geçip destek vermişken iktidar tarafından yarıda bırakılmıştır. Lakin iç kamuoyuna bu konu "AB biz her şeyi yapmamıza rağmen vize serbestisini yerine getirmiyor" biçiminde üretilmiş bir sanal gerçeklik olarak sunuldu. Bu söylemin iktidarın karşıtı bir Türkiye vizyonunu savunan sivil toplum kesimlerince bile zaman zaman benimsendiğini görmek nesnellik ve bilgi temelli düşüncenin ne kadar zayıfladığını bize göstermelidir. Elbette o zaman bilinçli olarak kapatılan fırsat penceresinin şimdi açılması daha da zorlu hale geldi, 2016'dan bu yana köprünün altından çok sular aktı. GÖÇ MUTABAKATI DENEYİMİ AB'DE TEK ADAM ÜZERİNDEN İLİŞKİLERİ GÖTÜRME ALIŞKANLIĞI MI YARATTI? 2016 AB-Türkiye Göç Mutabakatı sonrası deneyim AB aktörleri için ilişkilerin tek adam üzerinden yürüdüğü ve istenen konuların Türkiye'ye yüklenebileceğinin görüldüğü bir örnek oldu. Bu yöntem takip eden yıllarda AB'nin ne zaman başı sıkışsa başvuracağı bir yönteme dönüşecekti. Elbette bunlar sonucunda tam üyelik müzakereleri de rafa kalktı. Bu analizi doğru yapıp AB'yi ciddiyete, değerlerine ve kendi kurallarına sahip çıkmaya davet edecek, reform yapma irade ve istekliliğinde eksiklik olmayan, vizyoner yeni bir iktidar olmadıkça da o raftan inmesi güçtür. Millet İttifakı'nın Yarının Türkiye’sini yaratmaktaki en önemli meselelerinden biri de budur. Onu da ancak geçmişin, AB ile ilişkilerde bu karanlık dönemine bulaşmamış, durumu gerçekçi biçimde analiz eden kadrolar yapabilir. 2016 YILININ BEDELİ TÜRKİYE İÇİN AĞIR OLDU VE HALA ÖDENİYOR AB-Türkiye Göç Mutabakatı ile Türkiye'ye kazanım içeriğinde hafif, Türkiye'ye pahada ağır acı reçetelerin nasıl kabul ettirileceği de görülmüş oldu. Üst düzey zirveler, görünürlük, pozitif gündem, Türkiye'nin önemi etrafında oluşturulan yapay gürültü son bulduktan sonra Türkiye'nin resmi ve resmi olmayan verilere göre 3 ila 6 milyon göçmen ile baş başa kaldığı anlaşıldı.
2016 AB-Türkiye Göç Mutabakatı sonrası deneyim AB aktörleri için ilişkilerin tek adam üzerinden yürüdüğü ve istenen konuların Türkiye'ye yüklenebileceğinin görüldüğü bir örnek oldu.
2016 yılı Mart ayında gerçekleşen Göç Mutabakatı'nın ardından 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi ile adeta Türkiye'nin yeni bir zemine oturması süreci de tamamlanmış oldu. Artık Türkiye darbe riski bulunan, demokrasiden tamamen uzaklaşmış bir ülke olarak görülürken, sadece iç kamuoyuna yönelik seslendirilen "AB'nin hakkaniyeti" ve iktidarın bitmek bilmez mağduriyet söylemi ötesinde AB müzakerelerinde de ciddi bir talebi bulunmadığı netleşti. Eşzamanlı olarak "komşularla sıfır sorun" iddiasındaki iktidar "komşularla sıfır ilişki" noktasına savruldu. Darbe girişimi sonrası yaşananlar, göçmenlerin Yunanistan sınırına taşınması, Doğu Akdeniz’deki enerji kapışması derken Türkiye'de demokratikleşme meselesi yeniden AB ve batı gündemine geldi. Sert açıklamalar, raporlar, demeçler ile adeta köprüler atıldı. BATI SARSILIYOR AMA GÜCÜNÜ KORUYOR Bunlar olurken dünyada yaşanan değişimi ve Batı içi sarsıntıları da göz ardı etmemek gerekir. AB içinde otoriter, populist yönetimler güç kazanıp mantar gibi türerken, Türkiye'de de kendilerine AKP iktidarı ve Erdoğan'ı müttefik olarak gördüler doğal olarak. Brexit'i de göz ardı etmemek gerekli. Rusya'nın 2016 ABD başkanlık seçimlerine müdahale ettiği şüpheleri, Trump yönetimi nedeniyle Avrupa Birliği'nin transatlantik ilişkilerde yaşadığı güven bunalımı ve kendine bağımsız bir yol çizme arayışı, aniden patlak veren Covid-19 salgınının batı dünyasını derinden sarsarken, Çin'in etki gücünü ciddi boyutta yükseltmesi dünya dengelerini değiştirdi, değiştirmeye devam ediyor. Özellikle Çin'in istikrarla güç kazanma süreci ve çok kutuplu dünyada soyunduğu liderlik rolü dramatik biçimde belirginleşirken, ABD ve AB'nin Çin politikasında da nasıl ayrıştığına tanık olduk. AB GİDEREK ABD'DEN BAĞIMSIZLAŞIYOR MU? Bu süreçte önemli bir diğer gelişme ise 2017'de PESCO oldu. AB'nin 2016'da Trump ile büyük güven krizine düşmesinin de etki bu süreci hızlandırdı. PESCO en basit ifadesiyle AB'nin NATO'su diye adlandırılan fakat henüz emekleme aşamasında olan bir savunma ve güvenlik işbirliği programı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un NATO'nun beyin ölümü gerçekleşti ifadeleri de bu süreçle beraber okunabilir. ABD önce NATO'ya alternatif olarak gördüğü PESCO'ya karşı direnç gösterse de, kendinden bağımsızlaşmakta olan AB'ye bunu dikte edemeyeceğini anlayarak PESCO'nun 60 projesinden biri olan Askeri Hareketlilik projesine dâhil olma isteğini iletti. ABD, Kanada ve Norveç davet edilirken, Türkiye başvurmasına rağmen başvurusu cevapsız kaldı. Bunda AB içinde genişleyen Türkiye karşıtı zemin kadar, NATO üyesi ülke olarak S400'lerin alımı tartışmaları, Türkiye'nin öyle ya da böyle batının çeşitli savunma yaptırımlarına maruz kalan bir ülke konumuna gelmesi gibi birçok faktörün de burada rol oynadığını not etmeli. UKRAYNA SAVAŞI BATI İÇİNDE BÜTÜNLEŞMEYE YARADI AMA SORUNLAR ÇÖZÜLMEDİ Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Covid-19'dan sonra batıyı sarsan ikinci önemli olay oldu. Kendi içinde hem demokrasi hem de siyasalar bakımından ayrışmalar yaşamakta olan batı bu kez bu krizi birleşmek ve güçlenmek için bir fırsat olarak değerlendiriyor demek yanlış olmaz. Gerek NATO'nun yenilenme çalışmaları gerek AB ve ABD arasında güçlenen yeni transatlantik diyalog ve işbirliği bize bunun ipuçlarını veriyor. Elbette buna rağmen sorunlar çözülmüş değil sadece halının altına süpürülmüş durumda. PEKİ TÜRKİYE'YE NASIL ETKİ ETTİ? Her kriz anında akla gelen "Türkiye'nin önemi" teması bir kez daha gündeme geldi. Bu noktada AKP iktidarının kendiliğinden Rusya ve Ukrayna arasında arabuluculuk rolüne soyunması, muhalefetin yıllardır işaret ettiği komşularla sorunların çözülmesi yönünde politikalara dönmesi de bunu kolaylaştıran bir faktör oldu. AKP iktidarı için bu biraz da şartların dayattığı koşulların bir sonucuydu. Doğu Akdeniz’de enerji masasında değişen şartlar, İsrail ile yakınlaşma ve Türkiye'ye Avrupa'nın Rusya'ya enerji bağımlılığını kırmada Türkiye'nin transit ülke olarak oynayabileceği potansiyel rolde AB'nin gözünde "Türkiye'nin önemi" noktasında dikkat çeken bir unsur. Yeniden pozitif gündem, Gümrük Birliği'nin güncellenmesi, ticaret anlaşmaları, enerji, savunma alanlarında işbirliği olasılıkları masaya gelmiş durumda. Hatta PESCO projelerine davet de konuşuluyor. TÜRKİYE'NİN STRATEJİK ÇIKARI NEDİR? BATI NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR? Bu ilk bakışta bir yandan Türkiye için iyi bir gelişme gibi görünmekle birlikte diğer yandan bütün bunların, siyasi iktidarın çıkarından bağımsız olarak Türkiye'nin stratejik çıkarlarına, yani AB'nin saygın bir parçası olmasına ne kadar hizmet ettiğini iyi değerlendirmek gerekir. Türkiye'nin değer ve önemini AB, müstakbel bir paydaş, geleceğine ortak bir Avrupalı ülke olarak mı yoksa gerekli gördüğü konularda işlerini çözen bir üçüncü ülke olarak mı görmekte? Seçimlere yaklaşık bir yıl kala ortaya çıkan tabloya, arka arkaya Türkiye'ye gelmekte olan batılı liderlerin verdikleri mesajlara ve geçmiş deneyimlere bakarak hem batının hem iktidarın eğiliminin şimdilik ikinci yönde olduğunu öngörebiliriz. Oysa Türkiye'nin stratejik çıkarı birinciden yanadır.
Türkiye'de iktidara yürüyen Millet İttifakı'nın bu yıldız Türkiye'ye, yarının Türkiye’sine giden yolu ortaya koyması, batının zihin haritasında Türkiye'nin önemine ilişkin koordinatların daha net ve sağlam oturmasını sağlayacaktır.
Türkiye bu kez Göç Mutabakatı'nda ve sonrasında yaptığı hatayı yapmamalı ve Türkiye'nin kaderini Avrupa'nın kaderi ile kesiştirmeli ve bunu saygın, güçlü bir Avrupalı aktör olarak yapmalı. Saygınlığın yolu da hukuk devleti, işleyen demokrasi ve güçlü bir ekonomi olmaktan geçer. YILDIZLAŞMIŞ BİR ÜLKE OLMALI YARININ TÜRKİYESİ Türkiye, Avrupa'nın Asya ve doğu ile en rahat ilişki kurabilecek, çeşitli alanlarda Transatlantik ilişkilerde kilit öneme sahip olabilecek yüksek potansiyele sahip ülkesi. Lakin potansiyel, performansa dönüşmedikçe bir mana ifade etmez. Potansiyeli, performansa dönüştüren ise vizyon, o vizyonun gereğini yapma kapasitesi ve liderlik gücüdür. Türkiye doğru bir liderlik ve uzak görüşlülük ile sadece AB projesinin parçası olarak AB'nin hayal ettiği geleceğin mimarlarından biri olmakla kalmaz, yeniden kurulmakta olan dünyada benzersiz konumu ve potansiyeli ile yıldızlaşabilir. Türkiye'de iktidara yürüyen Millet İttifakı'nın bu yıldız Türkiye'ye, yarının Türkiye’sine giden yolu ortaya koyması, batının zihin haritasında Türkiye'nin önemine ilişkin koordinatların daha net ve sağlam oturmasını sağlayacaktır. Unutmamak gerekir ki dünya, Türkiye'deki değişimi ve gelmekte olanı dikkatle izliyor. Yarının Türkiye’sini bugünden dünya için daha okunaklı kılmak, yarın onu kurmak kadar değerli bir çabadır.