Pazar Politik

Artacak yoksullaşma, oynayan ayılar ve aç dayılar

Abone Ol
Türkiye’de demokrasi endişe pompalayan senaryolar, siyasi propagandalar, fantastik kampanyalar ve hala “beyin yıkama”  sanılan algı yönetimi veya dezenformasyon ile, yani refleks (klasik Pavlov) koşullaması ile ne kazanılabilir ne de kaybedilebilir. Bir zamanlar bu ülkenin sokaklarında ayı oynatılırdı. Şimdilerde sadece eski Yeşilçam filmlerinde rastlanıyor sanırım. Hatta bir tanesinde “ayı Ayşe” oynatıcısı (Şevket Altuğ?) ile baş rol paylaşmıştı. Bin yıldan da eski olan ayı oynatma adetinin Hindistan’dan yola çıkıp göçebe Romanlar ile Avrupa içlerine kadar yayıldığı bilinir. Nitekim Marmaray kazıları sırasında çıkan kemik ve diğer buluntular ile İstanbul’da Bizans zamanında da ayı oynatılmış olduğunun saptandığını okumuştum. 1924’te kurulan Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’nin bu işin de tıpkı horoz ve deve güreşleri gibi yasaklanması için muhtelif çabalar sarf ettiği söylenir. Nihayet 1920’lerin sonunda yasaklanmış. Ayı oynatanlara ceza ve başka sert yaptırımlar getirilmiş. Fakat o tarihten sonra da dönem dönem bu ayıları toplayıp, rehabilite edip doğaya salmak veya Gülhane’deki hayvanat bahçesine filan koymak denendiyse de pek başarılı olunamamış. Yani adet hep bir şekilde “geri gelmiş”. Benim çocukluğumda bile belki büyük illerin merkezlerinde olmasa da gözden ırak çeperlerinde, Anadolu’da ve Trakya’da vardı. Yani ayı oynatıcılığı sadece bazı yönetim dönemlerinde sönümlendi. Sonra yeniden görünür olan ve kolay önlenemeyen bir konu olarak uzun yıllar gündemde kaldı. Nitekim yazının görseli olarak kullandığım fotoğraf da 1980’de Harem Yolu’nda, yani Üsküdar’da çekilmiş. Bu iş kırsal nüfusun, yoksul kesimlerin veya Oryantalist turistlerin “eğlencesi” olarak görülürdü. Tabii kentlileşmiş kesimin veya taşra elitlerinin gözünde ise bir utanç vesilesi ve ilkellik göstergesi idi. Fakat kamusal tartışmalardaki gerilim “sınıf” meselesinden daha çok  “Batılılaşmaya ve modernleşmeye” karşı “yerel kültürel geleneğin muhafazası etrafında kilitlendi. Fakat ne bu, ne de başka bir ortak yaşamsal konuda popülizm ve kamusal alanda “ilerici modern seçkinler”/ “milliyetçi muhafazakar halk” bölünmesi ve çatışması hiç bir zaman şimdiki kadar kutuplaşmış ve vahşi saldırganlıkta olmadı! Diğer yandan daha önce de yazdığım gibi, temel demokratikleşme çatışmaları ile yüzleşilip çözümlenmediği için de böyle toplumsal semptomların ve siyasi psikolojik göstergelerin biri yavaş ve güçlükle gittiyse de, yerine yenileri geldi. Tabii bir de ayılara yapılan işkenceleri reddeden örgütlü veya örgütsüz hayvan severler her zaman vardı. 1980 Darbesi sonrası sivil toplum kuruluşları furyasında kurulan Hayvan Haklarını Koruma gibi derneklerin ve hayvan sever sivil toplumun uğraşlarıyla ancak 1990’da sona erdi diye hatırlıyorum. AYIYA DAYI DEMEK Bu “modern” ülkede ayı oynatıcılığı artık geçmişte kaldıysa da, “ayı” sözcüğünün hala bu toplumdaki hem enflasyonu ve hem de tedavüldeki döviz değeri çok yüksek. Farklı işlevler görerek bolca kullanımda. Öncelikle, “hayvan sever politik doğrucuların” şiddetli kınamalarıyla giderek azalmaktaysa da, küfür gibi bir öfke ifadesi yerine geçiyor. Terimin “hakaret davası” açmak için yeterli  sebep sayılıp sayılmadığını, hakimlerin olası davayı geri çevirip çevirmediğini bilemiyorum. Fakat “ilkel”, “uygarlıktan nasibini almamış”, “yontulmamış”, “maganda”, vb. anlamında kullanılıyor. Nitekim bu toplumda böyle olumsuz bir çağrışımı olduğu için de, olumlu çağrışımlı ve (tunç) kafiyeli “dayı” sözcüğü ile birlikte bir özdeyişte de yer alıyor. O da son zamanlarda iyice yayılmış olan gerek manipülatif faydacılık ve fırsatçılık kültüründe, gerekse korku ikliminde oldukça sık tekrarlanıyor: “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin!” Özetle, dürüst, acemi veya saf tiplere “hiç inanmasan veya istemesen de bir işin düştüğünde kişisel çıkarın için, sıkıntı çıkarabilecek güçlü konumdaki birisine, istediğin oluncaya kadar şirin görün, ‘yağ çek’, iyi davran” öğüdünü verir. Bu ülkede, özellikle de son 20 yılda “dalkavukluk”, “takiyyecilik” ve “yalakalık” başta siyaset, medya ve bürokrasi olmak üzere tüm toplumsal kurumlarda geçer akçe bir taktik olarak kanıksandı. Tabii bir de bunun “dayı” tarafı var ki o da hem açık nepotizm, hem de güçlü bir torpili, arkası, yandaşı olma anlamında giderek ayyuka çıktı. Hatta her ikisi de adeta meşrulaştı ve yerleşti. Üstelik alenileşti ve tavan yaptı. Türkiye işte bu toplumsal koşullarda, bu değerler, kazanılmış davranışların enflasyonu ortamında, liyakatli kadrolarla ve kazanılacak seçim sonrası (yeniden?) demokratikleşmeyi umuyor. Peki şimdi bu “ayılar ve dayılar” konusunda yazmak da nereden mi çıktı? Dün gece ne sevimli “Ayı” belgeselini, ne de rüyamda bir ayı gördüm. Kaldı ki hayatımda da herhangi bir ortam veya koşulda bir “dayı” kullanma veya kendi yetki ve sorumluluk alanlarım dahilinde kullandırtılmasına izin verme ahlakım asla olmadı. (Hatta bir keresinde bu sebeple üniversitedeki görevimden istifa dilekçesi yazdığım bile oldu!) Fakat bu yazıya ana metafor olarak seçmem pek o kadar da sebepsiz sayılmaz. Çünkü yine oldukça sık kullanılan bir atasözümüz var: “Aç ayı oynamaz!” Hatta geçen gün bu toplumun iyileşmesi için çok değerli katkılarını önemsediğim bir iktisatçımızın tweetini yanıtlarken ben de kullandım. Bu değerli “entelekt-dostum” ile “dar alanda kısa paslaşma” türündeki diyalojik yorumumda, özellikle espri ve öz olsun diye öyle yazdım. Tabii o da kimseye “sitem” filan değil; salt meşhur ihtiyaçlar hiyerarşisi Psikoloji içinden veya dışından, profesyonel olan veya olmayan hemen herkesin ağzında bir “bilimsel meşrulaştırma kaynağı” ve  “temcit pilavı” olduğundan: “Memleket Maslow'un ihtiyaçlar piramidini bir türlü alaşağı edemeyen ekonomi politikalarıyla bu hale geldi zaten: Aç ayı da oynar!” Öyle ya, bir yanda sosyal devletin karşılamakta çok yetersiz kaldığı derin yoksulluk, açlık, barınaksızlık gibi somut, maddi ve “meşru” ihtiyaçları. Bir yanda da hızla fakirleşen onların refahını soyarak, gelecek güvencesini, umut ve hayallerini sömürmecesine aşırı zenginleşen mutlu ve kayrılmış üstelik antikapitalistlerce “gayri meşru” hatta “israf” ve “lüks tüketim” addedilen keyif, oyun, eğlence, kültür, sanat, vb.  gereksinimleri. Üstelik alakasız gibi durabilecek bir bağlamda ve ironik yazmıştım.  O bakımdan sanal “yeni kamusal alanda” havada ve hayli teknik veya akademik kalmış olabileceğini düşündüğüm konuyu şimdi biraz açmak istedim.  İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ Tesadüfen de o gün 52. vefat yıldönümü olan Maslow’a “ayıp” olmamıştır sanırım. Kaldı ki ne kişiye, ne kurama edilmiş herhangi bir haksızlık var ortada. Zaten bence sorun sadece kuramda da değil. Onun, üstelik yalap şalap araçsallaştırılmasında. Yani esas sıkıntı kuramsal öncüllerine, verili aldıklarına, başka meselelere, vb. bakılmaksızın, kavramsal limitlerini ve pragmatik amacını aşarak, hatta yanlış alımlanmasında. Eleştirileri veya sınanmış ekolojik geçersizlikleri ile birlikte ele alınmamasında. Zaten hemen her yerde rastlanabilecek olan “ihtiyaçlar piramidinin” ayrıntılarına girmeme hiç gerek yok. Bu yazının amacı için sadece bir kaç hususun altını kabaca çizmeyi yeterli bulacağım. Her şeyden önce bu kuram bir motivasyon kuramıdır. Hal böyleyken bu kavramsal çerçeveden cımbızlanarak kullanılıyor. Yani Maslow “sağlıklı” ve “bireysel” gereksinimlerin spektrumunu belirli bir amaç için hiyerarşik bir sıralamada anlattı. Çünkü birinden diğerine geçebilmek için öncekinin büyük ölçüde tatmin edilmesi gereğinden söz etti. Fakat birincil  (biyolojik) gereksinimlerden kendiliğini gerçekleştirmek gibi (kültürel) doğru diziliminin o ikonlaşmış görsel piramit modelindeki gibi bir katılıkta sunmadı. Sanırım dileseydi pekala hemen her yerde rastlanan o figürü (“piramit” bile değil, “üçgen”!) çizebilirdi. Zaten çalışmalarına primatlarla ve davranışçı bir pozitivist olarak başlayıp hümanist ekole geçtiği kariyer süreci içinde kendisi de çeşitli “revizyonlar” yaptı. Kaldı ki, daha önce de başka yazılarımda vurgulamıştım: (1) “Bireysel” olanla “kolektif” olanı, (2) ontogenetik ve sosyogenetik süreçleri, (3) “sağlıklı” veya “normal” ile “sağlıksız” ve “anormal”i, (4) “teşhis” ve “tedavi” için olanı , ve dahası (5) “dikey” ve “yatay” hiyerarşileri karıştırmamak gerek. Her halükarda, Maslow veya başkaları her ne şekilde modellemiş ve anlatmış olursa olsun, yaşamda sınanmış, yani hakikatte karşılığı olan başka sağlam bilgiler yok değil: Örneğin, tüm bu gereksinimler (1) birey veya toplumlarda eş zamanlı olarak bulunurlar. (2) Akışkan ve dinamik bir etkileşim halindedirler. (3) Öncelik sıralaması bir yana, teker teker veya sırayla da doyurulmazlar. TÜRKİYEN DEMOKRATİKLEŞMESİ Peki, bütün bunların Türkiye’nin demokratikleşmesi veya bugünü ve gelmiş geçmiş ekonomi politikalarıyla ne alakası mı var? (1) Gerek bazı ekonomistler gerekse siyaset bilimciler kendi disiplinlerinin ana akım kuram ve görgül araştırmalarında verili alınan “rasyonel insan” modelinin geçersizliğini nihayet fark ve kabul etmeye başladılar. Hatta psikolojinin ABC’si olan bazı “bilimsel keşif veya icadları” ile Nobel ödülü filan da alıyorlar! (2) Bugün Türkiye’nin ekonomisi de, siyaseti de “normal” olmak şöyle dursun, ciddi boyutlarda “anormal,” hatta “psikopatolojik”. Toplum (iktidar/muhalefet) çözümsüzlük ve çaresizlik içinde kıvranarak batıyor! (3) Ekonomideki parasal maddi meseleler, hiyerarşik piramitin altındaki birincil gereksinimlerin muadili. Siyaset bilimcilerin ana nesneleri demokrasi ve özgürlük gibi insan hakları en üstlerdeki ütopik ve kendiliğin gerçekleştirilmesi yani demokratikleşme, özneleşme, özerkleşme, özgürleşme konuları ile ilgili. Akademideki ve toplumsal pratiklerideki gizil baskıcı hiyerarşi son derece önemli. (4) Her iki alanın da birbirleri ile karşılıklı bağımlılık ilişkisinde oldukları da yavaş yavaş görülmekte. Fakat ortada henüz bağlar, bağlaçlar ve eşzamanlı ilişki örüntüleri filan yok. Çünkü statükoyu yeniden inşa eden böyle akademik ve pratik hiyerarşilerde hangi alan, bilgi ve politikaların tamamen yok sayıldığını görmek ve yerine koymak elzem. Neden ve nasıl istismar edildiğini kavramak ise çok daha etkili ve yapıcı dönüştürücü. Dolayısıyla da her türlü iyi niyet ve gayrete rağmen, “doğrusal ve hiyerarşik” olan toplumsal dönüşüm anlayışının teşhis ve tedavi önerilerinde “yumurta-tavuk” sarmalından bir türlü çıkılamıyor: “Önce ekonomi düzeltilecek demokratikleşme onu izleyecek. Hayır, önce demokrasi (GPS ile?) tesis edilecek ki, ekonomik ve yapısal reformlar gerçekleştirilebilsin!” (5) Tabii muhalif ve pragmatik, araçsal demokratik kafaları da en çok şu soru kurcalıyor. Yanıt bir an evvel bulunsun ki, yeterli oylar toplanabilsin ve seçim kazanılabilsin: Neden hala AKP seçmeni, özellikle de yoksul kesim, giderek artan hayat pahalılığına, temel gereksinimlerinin karşılanmamasına, iktidarın ekonomiyi iyi yönetemediğini ve her geçen gün daha da otoriterleştiğini görmesine, dolayısıyla “kendini gerçekleştirme” olanaklarının da iyice kısıtlanacağını tahmin etmesine rağmen, mevcut tek adam rejimine ve yeniden aday olacak başkanına oyunu vereceğini söylüyor? Duygudaşlık siyaseti ile bağlanım nasıl bir motivasyon böyle? Yani başka, soyut ve öz ifadesi ile nasıl oluyor da “aç ayı oynuyor?” (Burada da kesinlikle 25 Aralık’taki döviz kuru düştü diye “Hatay’daki halayı” filan kast etmiyorum elbette. O bambaşka bir konu!) CEHALET VE ÖĞRENME “Halk cahil veya eğitimsiz” deyip geçmek hem yetersiz, hem  geçersiz. Zaten bazı konularda daha çok olmak kaydıyla, hala hem “cahil” olmayan (çünkü geleneksel halk eğitimini aşırı almış) veya “halktan olmayan” yok! O halde biz de bu yazıyı yine açken de “oynayan veya dans eden” zavallı  ayılara ve karnı tokken, her türlü temel gereksinimleri doyurulmuşken başka türden açlıkları doymak bilmeyen ve ahlaklı olamayan forslu dayılara dönerek bitirelim. Tabii ki gerek hayvanlarda gerekse insanlarda, oyun veya dans gönüllü ve istemli olan faaliyetlerdir. Oysa, biliyorsunuz; o ayılar tef veya müziği duyunca “dans etmezler” veya “Ayı” belgesellerindeki doğadaki ”oyun” davranışları gibi “gönüllü ve kendiliğinden” değillerdir . Zaten öncesinde muhtelif işkenceci yöntemlerle yeterince kırılgan hale gelmiş “zavallı” hayvanlar kızgın sac üzerinde can havliyle sıçrarlarken bir yandan da tef çalınır. Başka bir deyişle bu refleks, yani istemsiz davranışları koşullanır. Tıpkı sirklerde veya sosyal medyada hayran kalınan farklı türlerden sevimli hayvanların yetenekleri gibi. Tabii insanların eğitiminde ve toplumların dönüşümlerinde öğrenmenin, tüm öğrenmelerde ise koşullamanın yeri büyüktür. Sadece, “insan” türü söz konusu olduğunda yavrularının yaşamlarına başlarkenki  davranış repertuarında reflekslerin yeri son derece az ve işlevleri kısıtlıdır. Dolayısıyla, gündelik dilde tepkisel (fevri) anlamında kullanılan ve kolektif karakterde sık rastlanan davranışların büyük çoğunluğu da teknik anlamda birer refleks (doğal, istemsiz ve öğrenilmemiş) davranış filan değildir. Yani hemen hepsi birer edim (sosyokültürel, istemli ve öğrenilmiş) faaliyetidir. Türkiye’de demokrasi endişe pompalayan senaryolar, siyasi propagandalar, fantastik kampanyalar ve hala “beyin yıkama”  sanılan algı yönetimi veya dezenformasyon ile, yani refleks (klasik Pavlov) koşullaması ile ne kazanılabilir ne de kaybedilebilir. Sonuç olarak, yine psikolojiden benzer şekilde aktarılan bireysel veya kolektif öğrenilmiş çaresizlik sanıldığından çok daha kolay giderilebilir. Fakat “öğrenilmiş zihinsel geriliği” yerine koymak, hele önce onu düzeltmeden de, bu ülkede veya dünyada, “zihniyet dönüşümünün” gerçekleşmesi ne devrimsel, ne de evrimsel olarak olanaklıdır. Öyleyse “doğru” bilinen “yanlışlarda” ısrar edilerek, değişime “statükocu dirençli” muhalefet ve bozuk düzen yeniden yeniden üretiledursun. Bu konular da artık başka yazılarımızı bekleyedursun.