Uluslararası konjonktürün müsaadesiyle/yönlendirmesiyle geçici bir başarı kazanmış gibi görünseler de günün sonunda, içinden çıktıkları toplumların sosyolojik gerçekleri onları da tesiri altına aldı ve “halk değişim istiyor” sloganlarının aslında kalıcı, uzun soluklu ve programlı bir bütünlükten uzak olduğu anlaşılmış oldu. 2010 yılı sonunda başlayan Arap coğrafyasındaki isyan, başkaldırı ve huzursuzluk dalgasına değindiğim bu yazı dizisinin ilk bölümünde şu soruya yanıt aramaya gayret etmiştim: “Arap Baharı” süreci kendiliğinden mi ortaya çıktı, yoksa bir büyük dış projenin yansıması mıydı?

Bu soru aslında, halkların edilgen olup olmadığı, dışarıdan harekete geçirilen amillerin geniş toplumların kaderini tayin etmede ne denli etkili olup olamayacakları ve kamuoyunun çok sevdiği komplo teorilerinin gerçek olup olmadığı üzerine bir soruşturmaydı. Bu yazıda ise daha spekülatif ve çokça istismar edilmeye müsait olması itibariyle manipülatif bir soruya yanıt arayacağım:

Arap Sokağı gerçekten değişim istiyor mu? Değişim isteyenler kim ve toplumun ne kadarını temsil ediyorlar?”

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Arap sokağındaki huzursuzluklar tümüyle hakikat idi –hâlen de öyle- onyılların biriktirdiği ekonomik, siyasi ve kültürel baskı ve tarassut halinin, büyük çoğunluğu itibariyle sosyo-ekonomik eşitsizliklerin kendine ifade imkânı bulduğu bir zeminde ve büyük oranda iç dinamiklerin tesiriyle harekete geçmişti. Mamafih bazı ülkelerde, bu dinamikler harekete geçtikten sonra çeşitli bölgesel ve uluslararası planların devreye girmesi ve bir ölçüye kadar bu kitlesel gösterileri yönlendirmesi kaçınılmazdı, nitekim öyle de oldu. Ancak bu kaçınılmaz dinamiklerin varlığı, halkların iradesini ve eşitsizliklere karşı başkaldırdıkları gerçeğini değiştirmez. Lakin hangi halklar bunlar ve bir toplumun ne kadarını temsil edebilirler?

Örneğin Libya’da, Mısır’da, Suriye’de, Bahreyn’de, Tunus’ta ve diğer ülkelerde sokaklara dökülen kitleler toplumun hangi kesimlerine mensuptu, hangi hususlarda rahatsızlardı, bazılarının daha farklı politik ajandaları da var mıydı, sokağa çıkan kitleler yekpare hareket eden homojen yüzbinlerden mi oluşuyordu yoksa birbirinden çok farklı dünya görüşlerini temsil eden ve ortak bir politik gündemi olmayan “beş benzemez” kitleler miydi, değişim ve dönüşüm iradeleri ne kadar gerçekti, toplumu ve devleti dönüştürme gücüne sahip miydiler?

Libya’yı ele alalım sözgelimi, bugün birkaç parçaya bölünmüş ve mahalli/mahdut hâkimiyete sahip her bir grubun çeşitli bölgesel ve uluslararası güçlerin vekâlet unsuruna dönüştüğü Libya… 1969’da genç bir subayken bir cuntayla monarşiyi deviren ve 42 yıl boyunca ülkeyi baskı yöntemleriyle idare eden, 2011’de ise vahşi bir linçle öldürülen Kaddafi döneminde bütün bir “halk”ın yönetimden memnun olmaması düşünülebilir mi?

Onlarca irili ufaklı kabilenin, Batı ve Arap dünyasıyla içli dışlı farklı siyasi ve politik grupların bulunduğu, uluslararası politik-ekonomi hesaplarının ortasında dış dünyayla etkileşimde olan bu ülkede, bütün toplum kesimlerinin Kaddafi’den memnuniyetsiz olması ve buna rağmen yönetimini on yıllarca sürdürebilmesi nasıl düşünülebilir?

Tek başına Deraa duvarlarına 2011 ilkbaharında yazılan “halk değişim istiyor” sloganlarında ifadesini bulan “halk”ın kim olduğunu nereden bilebiliriz?

Veya Mısır… İslamî hassasiyete sahip kitlelerin tabandan örgütlenerek oluşturduğu ve bir ’bireyselden toplumsala’ ıslah anlayışının ürünü olan Müslüman Kardeşler’in de içinde bulunduğu kitlelerin, önce 2011’de seküler-milliyetçi Mübarek yönetimini devirdiği ve ardından iktidara gelen İhvan yönetiminin 2013’de yine eski düzen tarafından devrilip yasaklandığı Mısır… Gelinen noktada 2010-11 döneminde Kahire, İskenderiye ve diğer şehirlerde sokaklara dökülen milyonların tamamının İhvan çizgisinde olduğunu kim iddia edebilir? Mısır’daki İslamcı siyaset pratiğini ve devletle toplumla ilişkilerini, diğer İslamcı yapıların ve mesela Selefîlerin siyaset felsefesini ve pratikte durdukları yeri, ülkedeki Kıptî ve diğer Hristiyan cemaatlerin endişelerini, toplumdaki dindar-seküler yarılmasını, sosyo-ekonomik eşitsizlikleri, Mübarek’ten hoşnutsuz geniş toplum kesimlerini, bunların İhvan’la ilişkilerinin dinamiklerini vs. bilmeden, tek kalemde “İhvancılar Mübarek’i devirdi, sonra da ordu karşı darbe yapıp İhvan’ı devirdi” şeklindeki ezberlerin olayları anlamakta nasıl bir ehemmiyeti olabilir?

Keza Suriye… Osmanlı hâkimiyetinden beri Suriye’nin yönetiminde söz sahibi olan Halep-Şam’ın Sünnilerinin Fransız mandası döneminde Lazkiye merkezli Nusayrî ve Hristiyan azınlıkla dengelenme çabalarını, 1960’larda Nusayrîlerin etkili olduğu Arap milliyetçisi Baas’ın yükselişine ve yönetimi ele almasına ülkedeki geleneksel hâkim sınıf konumundaki Sünni elitlerin gösterdiği tepkiyi bilmeden, baba-oğul Esad hanedanının bazı Sünni elitleri ve halkın geniş kesimlerinin sadakatini nasıl sağladığını görmeden, Kürtlerin kimlik ve egemenlik taleplerini ve keza el-Kaide türevi yapıların Suriye toplumunda taban edinebilmesine yol açan dinamikleri görmeden, İran ve Rusya’nın Suriye üzerindeki hayati menfaatlerini yok sayarak… tek başına Deraa duvarlarına 2011 ilkbaharında yazılan “halk değişim istiyor” sloganlarında ifadesini bulan “halk”ın kim olduğunu nereden bilebiliriz?

Bu dinamikleri gözardı eden veya zamanında bunları rejimin devrilebileceği yönünde mübalağalı değerlendiren bölgesel ve uluslararası güçlerin savaş arenası hâline getirdiği Suriye topraklarının yeniden derlenip toparlanıp istikrar bulması, bu dinamiklerden habersiz güruhların “Suriyeliler evine dönsün!” veya “Esad defolup gitsin!” sloganlarının gölgesinde ne kadar mümkün olabilecek?

Bu noktada bir başka manipülatif dinamik de yıllardır ülkelerine giremeyen, sürgünde yaşayan veya kimi temsil ettiği kendinden menkul, politik hırsı yüksek birtakım zevatın, bölgedeki belli merkezlerdeki lüks otellerde siyasiler ve gazetecilerle kapı arkası ilişkilerle kurdukları yakınlık ve medya yönlendirmesi yoluyla uluslararası kamuoyunu etkileme potansiyelleri oldu.

Bu başkaldırı ve kitlesel protestoların muhakkak birikmiş bir öfkeden kaynaklanan kendi iç dinamikleri vardı, ancak bu kitleler toplumun tamamını veya çoğunluğunu temsil etmekten uzak, heterojen menfaatler koalisyonları şeklinde ortaya çıkmıştı.

Sosyal medyada dolaşıma sokulan bu tür manipülatif veya geneli temsil etmekten uzak video ve haberler vasıtasıyla istikamet çizilen kamuoylarının, siyasi liderliği tesir altına alabildiği gerçeği de –tersi de sıkça geçerli oldu ve oluyor- keza bu dönemin akılda kalan olumsuz ve yanlış yönlendirici unsurları arasındaydı.

Dolayısıyla, baştaki soruya yeniden dönecek olursak; evet, bu başkaldırı ve kitlesel protestoların muhakkak birikmiş bir öfkeden kaynaklanan kendi iç dinamikleri vardı, ancak bu kitleler toplumun tamamını veya çoğunluğunu temsil etmekten uzak, kendi içinde bölünmüş ve ortak bir politik ajandaya sahip olmayan heterojen menfaatler koalisyonları şeklinde ortaya çıkmıştı.

Uluslararası konjonktürün müsaadesiyle/yönlendirmesiyle geçici bir başarı kazanmış gibi görünseler de günün sonunda, içinden çıktıkları toplumların sosyolojik gerçekleri onları da tesiri altına aldı ve “halk değişim istiyor” sloganlarının aslında kalıcı, uzun soluklu ve programlı bir bütünlükten uzak olduğu anlaşılmış oldu.

Editör: Mehmet Akif koç