Türkiye’de her birey ve kesimce ivedilikle görülmesi ve geri dönüşsüz zamana teslim olmadan bilinçlenilmesi gereken husus “kendini yıkımla kanıtlamakta” olduğudur. “Kendini yıkımla kanıtlayan bir insanlığı anlamayı olanaklı kılıyor.” Yazının başlığında ve görselinde kullandığım Paul Klee’nin eseri Angelus Novus için aynen böyle yazmıştı Walter Benjamin - Karl Kraus hakkındaki bir yazısında. Benjamin’in o yazı bağlamında veya sırasında mı, ondan on yıl önce  Münih’de 1000 Marka satın aldığı zaman (bir dostunun söylediği gibi  “muazzam bir şeye sahip olmanın coşkusuyla havalara uçtuğunda”) mı, yoksa ondan önceki yıl Angelus Novus tamamlanır tamamlanmaz Berlin’deki ilk sergilenişinde onu görür görmez mi böyle düşündüğünü bilemeyiz. TARİH MELEĞİ Doğrusu kendi adıma tek bildiğim, Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 tarihli ve tarihî ilginç olayından bir kaç hafta önce, Pompidou’da “Paul Klee Retrospektif” sergisini gezerken, gözlerimin Dans Eden Kız’dan bile önce (İsrail’den getirtilmiş olan!) “Angelus Novus”u aramış olduğu. TBMM ile yaşıt olan bu tabloyu bulunca da, ona Benjamin’in gözleriyle bakmaya ve onun “tarih meleği”ni görmeye çalışmış olduğum. Halbuki, kendi “öznel tarih meleğim” Dans Eden Kız idi. Ne de olsa, Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’ndeki ilk işimde, ilk iş olarak posterini duvarıma astığım ve dört yıl boyunca göz göze geldiğim, “ilk göz ağrım” Klee işi, o idi. Kariyerimin ilk adımlarındaki tüm “doğru/yanlış” kararlarımda bana hep o eşlik etmiş idi. Yani, bir yandan en prestijli ABD üniversitelerinden Doktora için burslu kabuller alıp alıp, geri çevirme sebeplerimi, bir yandan da hem Uygulamalı/Klinik Psikolojide Yüksek Lisans ve Doktora yapıp, hem de Lisans öğrencilerine “Psikolojiye Giriş” ve “Örgütsel Psikoloji” derslerini verdiğimi, YÖK sonrası değişmeleri ve nihayet üniversiteden istifa ediş gerekçelerimi, dilekçelerimi filan hep o biliyordu! Fakat onu daha sonraki yıllarda Chicago Sanat Enstitüsü’nde ara ara ziyaret etmiş idim zaten. Kaldı ki, Benjamin de Dans Eden Kız’ı görmemişti. Zira, Klee de 1933’te Düsseldorf Akademisi’ndeki görevine son verilince İsviçre’ye gitmişti. Dans Eden Kız’ı da zamanının ilerisinde veya alışılmışın dışında değişik (avangard) bir teknik ile 1940’ta yapmış idi. Kendisi de o yıl (ve Benjamin’den üç ay önce) ölmüştü. Öte yandan, tabii benim de, estetik ve tarih hakkındaki genel bazı görüşlerimizin ne kadar örtüştüğünden ve dahası Fulbright eğitim bursu ile yeniden doktora için ABD’ye giderkenki ana amacımın (psikanalizi bireysel-toplumsal ve psikolojik-politik olanı ayrıştırmadan, bir “eleştirel meta-kuram” ve “siyasi-tarihsel gelişim kuramı” olarak güncellemek!) onun gibi Frankfurt Okullu Eleştirel kuramcıları bazı yönlerden “eleştirmek” olduğundan haberim yoktu! 1940’ta, yani Walter Benjamin’in intiharından sonra, yayımlanmış olan bir yazısında (1933’te Nazi Almanyası’ndan Paris’e kaçıncaya kadar) her mekanının baş köşesinde bulundurduğu Angelus Novus’un kendisi için önemini anlatır. Aynı zamanda da en önemli eserlerinden sayılan Tarih Felsefesi Üzerine Tezler ’in 9. tezinde, onda insanlık tarihi açısından gördüklerini şöyle ifade eder: (Angelus Novus) yüzünü geçmişe dönmüş, sabit olarak düşündüğü bir şeyden sanki uzaklaşmak üzereymiş gibi görünen bir meleği gösteriyor. Ağzını, kanatlarını ve gözlerini adamakıllı açmış bakıyor. Tarih meleği böyle resmedilir. Bizim bir olaylar zinciri olarak algıladığımız yerde, o, enkaz üstüne enkaz yığmayı sürdüren ve birikenleri ayaklarının önüne savuran tek bir felaket görür. Melek, kalıp ölüleri uyandırmak ve parçalanmış olanı bütünleştirmek ister. Fakat kanatlarını Cennet’ten esen bir fırtınaya öylesine şiddetle kaptırmıştır ki, artık onları bir daha kapatamaz. Önündeki enkaz yığını gökyüzüne doğru büyürken, fırtına onu karşı konulamaz bir şekilde sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru iter. O fırtına da işte, ilerleme dediğimiz şeydir. İLERLEME ŞEYTANI Benjamin, Angelus Novus’u satın aldığı yıl kurduğu edebiyat dergisine de aynı adı vermesinin kısmi sebebi olarak ise (mealen) şöyle yazmış idi: Dönemin sanatsal önceli (avangard) ile yeniden yaratılarak güncel zamanın parçaları arasında kendilerine mesken bulan Talmud’un melekler hakkındaki efsanesi arasında ilişkiler kurma girişimi. Kısacası, Walter Benjamin’in “ilerleme fırtınası” ve “melek” benzetmeleri ile tarihi ve aynı zamanda da parçalayan/parçalanmış modernite yorumlaması oldukça yerinde bence. Tabii, ne Paul Klee, ne de sanırım Politikyol okuyucularının çoğunluğu Benjamin gibi (Alman) Yahudi. Fakat “melek” veya “şeytan” metaforları özgül olarak Talmud veya genel olarak dini referans dışında da kullanılır elbette. Keza “fırtına” da öyle; hem “iyi/olumlu” hem de “kötü/olumsuz” anlamlar taşır. Hatta, “kusurlu” veya “kusursuz” olması da fark etmeksizin. Örneğin “beyin fırtınası”, hele “kolektif yaratıcılık” için filan iyi bir şeydir. Onu “olumsuz” yapacak olan şey tamlamanın “fırtına” tarafı değil; “beyinsizce” yapılmasıdır! Aynı şekilde “bir fincan suda fırtına koparmak” deyiminde olduğu gibi; sorun yine fırtınada değil, azıcık suda ve “yapay” biçimde çıkarılmış olmasındadır! Nedense, her ikisi de akla Türkiye’deki bugünkü siyasi tarihsel tartışmaları getiriyor. Fakat biz o konuya geçmeden önce, Benjamin’in adı geçen eserindeki başka tezlerine de kısaca bir göz atalım. Örneğin, 4. tezde Marksist tarihçiler için “sınıf mücadelesi” sadece, hiç bir rafine ve manevi şeye yer vermeyecek kaba ve maddi şeyler için savaşmaktır” der. Ve devam eder (mealen): Buna karşın, bu mücadelede galip gelen varlığını elde edeceği (maddi) “ganimetler” ile değil, cesaret, mizah, kurnazlık ve metanet gibi (manevi) değer ve beceriler ile öne çıkaracaktır. Güçleri de geriye dönüktür; yöneticilerin geçmiş veya şimdiki her zaferini sürekli sorgulayacaktır. Çiçekler Güneş’e dönerken, “geçmiş gizil bir heliotropizm sayesinde tarihin semasında yükselen o Güneş’e dönmeye çabalar”. İşte bir “tarihsel maddeci” tüm dönüşümlerin en göze çarpmayanının bu olduğunun farkında olmalıdır. Benjamin’in Ortodoks Marksistlere diğer eleştirileri ve tarihselcilik ile ilgili görüşleri kayda değerdir. Ve ne yazık ki bu toplumdakilerin çoğu için hala geçerlidir. Dolayısıyla, gecikmeli de olsa bugünün “Solcu ve/ya ilerici” siyasetçilerince mutlaka dikkate alınmalıdır. Türkiye tarihinin “meleği” hakkında nasılsa başka ve bolca konuşanlar var. Cennet’ten mi, Cehennem’den mi esen fırtınaya takılmıştır; orasını ben bilemem, ilgilenmem de zaten. Fakat bence kanatları neredeyse tamamen parçalanmış ve havada asılı kalmakta oldukça zorlanıyor! Tüm gövdesiyle geçmişe dönük; fakat “yaşlı gözleri” değil Angelus Novus’unkiler kadar, “açık” bile değil sanki. Veya “kataraktlı”! Başı da öne eğik; ama ne modernleşme tarihinin toy dönemindeki gibi “utangaçlıktan”, ne de son yıllardaki hemen her günkü yüz kızartıcı olaylardan ötürü “utanmaktan.” Gözümüzün önünde fırlatılan pislikler ve “enkazlar” bizim mi, yoksa onun ayağının dibinde birikiyor da “katastrofik felaketi” algılamaya çalışıyor, artık ona da siz kendiniz karar verirsiniz. Ben de bu yazımı, estetik duyarlığı yüksek ve değerli tarihçimiz Ali Yaycıoğlu ile bir Twitter etkileşimini hatırlayarak bitireyim ve kendisine ithaf edeyim. Sanırım “Abdülhamit tartışmaları” sırasında ve Türkiye’deki siyasetin tarihle (araçsal) “aşırı ilgisi”, vb. bağlamındaydı. Yaycıoğlu’na, bir tweet ile özetlediği “mevcut tarih yazınının %10’unun tarihe, %90’ının geleceğe bakması gereği” hususunda katılmıştım. Özellikle de “toplumsal inşa”, vs. söz konusu olduğunda.  Ve aynı espride ekleyerek yanıtlamıştım: (i) Öncelikle, “tarih” denince akla sadece geçmiş zamanın gelmemesi gerekiyor. (ii) Mevcut koşullarda bu hipotetik paylaştırmanın “%10 geçmiş”, %80 şimdiki ve %10 gelecek zaman” şeklinde olması gereği konusunda, özellikle de mevcut (iç/dış) tarihi konjonktürde, her zamankinden çok daha ciddi ve samimiyim. Bugünün tarihine de, “fal taşı gibi” olmasa bile (güncel metod ile) gözleri açarak bakmalı. Tabii “üzerimizdeki gözler”den “paranoyak bir endişe” ile ürkmeksizin, maddi ve manevi gerçeklerle yüzleşmeli. Bence Türkiye’de “yepyeni bir melek” hayali, arzusu veya beklentisindeki her birey ve kesimce ivedilikle görülmesi ve geri dönüşsüz zamana teslim olmadan önce mutlaka bilinçlenilmesi gereken gerçeği şu: “Kendini yıkım ile kanıtlamakta” olduğu!