Bu on beşinci yazıma kadar kaleme aldığım her yazımı takip eden okurlarım anlamıştır ki ben bir kelime aşığıyım. Kelimelerin insan yaşamı üzerindeki o sihirli etkisi beni her zaman çok heyecanlandırmıştır. Ustaca kurgulanmış kelime oyunları beni çok etkiler. O yüzden belki de insanların, aksi davranış gösterseler de farklı yöndeki ağdalı kelimeleri beni uzun süre oyalar. İnsanların davranışları değil de bana sarf etmiş olduğu sözcüklere daha çok ehemmiyet veririm. Verirdim.
“Algı” kelimesi benim üniversite yıllarında tanıştığım bir kelime. Malum, “Halkla İlişkilerci”lerden genelde belli bir algı yaratması ve bu algıyı sürdürmesi beklenir. Özel sektörde de kamuda da bu böyledir. Reklam ve propagandada “algı” daha farklı bir yerdedir, daha “tu kaka”. Bakınız, kavramlara göre kelimenin anlamı, imgesi, algılanışı bile nasıl da hemen değişiveriyor. İşte sosyal bilimlerin en sancılı yönü bu kanımca. Milyarlarca bakış açısı parantezinde algılar çeşidi. Zaten sosyal bilimlerin en sevdiğim yönü de bu. Çeşitlilikten kaynaklanan çok geniş bir araştırma, gözlem ve sınırlara sokulamayacak uçsuz bucaksız bir alan var. Bazen bir kafede oturup yaptığınız gözlem bile bize beşeriyet ile ilgili çok şey katar, bazen bir kuaför koltuğunda oturup şahit olduğunuz bir konuşma bile bir kültür hakkında size bir şeyler fısıldar. Hangi ortamdan ne çıkaracağınız tamamen sizin bakış açınız, donanımınız ve bence biraz da niyetinizle ilgili bir şey.
Ben bu yazıyı yazmak için kahvemi alıp masama oturduğum anlarda Kızıl Goncalar isimli diziye ceza verildiğini öğrendim. Cezanın detayına çok hakim olmamakla birlikte zaten “bekliyorduk” diyebilecek durumdayız artık ülkece.
Konuya başıma bir şey gelmeyecekse farklı bir açıdan yaklaşmak isterim. Hepimiz Kızıl Goncalar öncesinde Kızılcık Şerbeti’nden antrenmanlıyız. “Kızıl” kelimesinin “benzer işler”de bu kadar aleni şekilde ısrarla kullanımı eminim 1980’leri yaşayanları çok şaşırtıyordur, o da ayrı bir tartışma konusu belki de. Birçoğumuz Kızılcık Şerbeti’nde başta taraftarı olduğumuz karakterler ile eminim son birkaç bölümdür bazı çatışmalara girmişizdir. Başlarda yıldızımızın barışmadıklarına da “Ama X de burada haklı şimdi.” diyecek duruma gelmişizdir. İşte “sosyal bilimlerin değişkenliği” derken biraz da bundan bahsetmiştim. Biz sosyal bilimciler maalesef “Boyu 1.64 cm olan, sarışın, dalgalı saçlı bireylere şu şekilde girdiler ile yaklaşırsak bu şekilde çıktılar alırız.” şeklinde kurallar veya teoremler belirleyemiyoruz. Beşeri ilişkiler sürekli “Dikkat! Kaygan zemin.” uyarısı ile karşı karşıya kalıyor haliyle. Öyle olsaydı gerçekten, mesela Kızıl Goncalar’ın Cüneyt’i pardon, Cüneyd’ini gördüğümüz an “Psikiyatri Hekimi Levent ile ne paylaşabilir ki?” diye düşünüp haklı çıkardık. Bu son cümlemi okurken “Evet, öyle düşündük zaten.” diyenleriniz olmuştur. Ben de dedim. Fakat haksız çıktığımızı da gördük. En azından ben ilerleyen bölümlerde haksızlığımızın arşa çıkacağını düşünüyorum. Çünkü Cüneyd’in olaylar karşısındaki “adaleti bireysel yöntemlerle sağlama” tekniğini onaylamasam da yine olaylara karşı olan derin bakışı ve felsefesi karşısında Levent’in ancak psikiyatri eğitimi sayesinde eşitlenebileceğini düşünüyorum. Yanılmıyorsam Cüneyd’in biz sıradan insanları çözümü kalbimizde aramamakla suçladığı bir repliği vardı; hayran kaldım. Peki “Algı” bu işin neresinde? Tam da ortasında. Dün diziyi izlemesini ısrarla tavsiye ettiğim bir yakınım ile sabah saatlerinde dizi üzerine tartışırken kendisinin “Bizim kız çocuklarının okuması ile ilgili bir problemimiz yok ki, aksine biz kadınları her açıdan el üstünde tutarız. Kadın, evimizin kıymetlisidir. En güzelini yesinler-içsinler, en iyi okullarda okusunlar diye uğraşırız.” demesi ile bende uzun zamandır filizlenen bir uyanış artık patlak verdi. Durumun birçok taraftan birçok farklı yönde algılandığını bir kere daha, malesef ki çok üzülerek fark ettim. İnanın diziyi aynı oda içinde bir adet seküler, bir adet muhafazakar, bir adet okumak isteyip de okula yollanmayan kız çocuğu, bir adet türbanlı olduğu için üniversite kapısından girememiş olan kadın, bir adet cemaat yurtlarında istismara uğramış çocuk, bir adet Kur’an kursuna gittiği için arkadaşları tarafından dışlanan genç (örnekler aynı mantıkla çoğaltılabilir) ile birlikte izlemeyi çok isterdim. Farklı farklı sahnelerde farklı farklı karakterlerin gözlerinin dolacağından eminim. Algı, hepimiz için bambaşka şekilde “yükleniyor” çünkü. O nedenle sabahki tartışmamız sonucunda bir yere varamayarak telefonu kapatma kararı aldık ve birkaç saat de birbirimizi aramadık. Neden? Çünkü ikimiz de haklıyız. İkimiz ve benim diziyi aynı odada izlemek istediğim herkes haklı. Kendi varoluşunu babasına kendini beğendirebilmek adına sekülerlik ve akademik başarıda arayan Levent de haklı, doğup büyüdüğü habitat içinde kendi felsefesini maneviyat içinde şekillendirmiş olan Cüneyd de.Ama en haklı olan “Kara Kuzu” Zeynep. Lisede en çok mantık önermeleri çözmeyi severdim. Çünkü net olan her şeyi severim. Zeynep’in mantık önermesi ile aslında herkesin kendi safının fanatiği olduğunu ispat etmesi beni çok etkiledi. Aslında o yatakta yatan fizik profesörünün bakış açısının “Fani”lerden hiçbir farkının olmadığını anlamak birçoğumuzu rahatsız etti, bunu da tahmin edebiliyorum.
Hayatın bu kaygan zeminine karşı mukavemet göstermekte inat etmenin zaten bizi bu şekilde kutuplaştırdığını fark etmek-ettirmek üzerine kurulduğunu ümit ettiğim bu senaryonun bizim zihnimizi çok daha fazla meşgul edeceği açık.
Çok iyi hatırlıyorum, AHaber’de 28 Şubat belgeselini izlerken okul birincisi olduğu halde sahneye çıkarılmayan türbanlı kızın çırpınışını izlerken çok üzülmüştüm. Belgeselin algısı tam da bu fanatizm yönündeydi zaten, fakat bu kocaman gerçekliği sadece AHaber’de yayınlanıyor diye görmezden mi gelelim? Hayır, gelmeyelim.
Aynı şekilde Cüneyd’in kalp gözü çok açık olabilir, bu tarz spritüel durumlara inanmak veya inanmamak bize kalmış. Fakat kalbi olarak derinliği var diye bir bireyin hayatın gerçekliğinden kopmuş olma durumunu gözardı mı edelim? Kendi adaletini kendisinin sağlamasına göz mü yumalım? Hayır, yummayalım. Bu, anarşizmdir.Sanıyorum bireysel anlamda tarafımıza dayatılan algılara karşı biraz daha uyanık olup “Hayır, aslında ben böyle düşünmüyorum ve muhakkak bir gruba dahil olmak zorunda da değilim.” diyebilmeli insan. Duygu, düşünce ve davranışlarımızın sömürülmemesi adına bazen bir karanlık odada durup “Ben hayat hakkında aslında ne düşünüyorum?” diye sormak gerekiyor.
Ben mesela, 13 adet dövmeli bedenimle dışlanmadan, bir gün çorbası bitmeyen dergahta o çorbadan bir tas içmek isterdim.