Türkiye’de, hiç kendimizi kandırmayalım, devletin tezlerinden çok aykırı bir şekilde Kürt Meselesi çalışıyorsanız, Ermeni Soykırımı vardır diyorsanız, ya da Türkiye Kıbrıs’ta işgalci konumundadır derseniz sizlerin kadro bulması çok da kolay değil. Geçtiğimiz hafta birçok haber sitesine ve sosyal medyanın gündemine düşmesinden sonra öğrendiğimize göre ABD’deki, New York Eyalet Üniversitesi'ne (State University of New York-SUNY) bağlı Binghamton Üniversitesi’nde (SUNY) sosyal bilimler alanında doktora yapan Mehmet Baki Deniz'in tezi Üniversiteler Arası Kurul Başkanlığı tarafından kabul görmemiş. İşin daha da ilginci ‘1980-2008 Arasında Türkiye’yi Kim Yönetiyor? Sermaye Gücü ve Otoriter Popülizmin Yükselişi’ başlıklı tezin reddedilme gerekçesi. Kurulun, konusunu ve içeriğini de bahane ederek tezi reddettiğini ya da daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse ‘gereğinden fazla eleştirel ya da tehlikeli’ bulduğunu biliyoruz. Dünyanın en saygın üniversitelerinden birinden alınmış ve de Mehmet Baki Deniz’i, Doktor Mehmet Baki Deniz yapmış bu çalışmayı, kimler olduğunu bilmediğimiz ama ne gibi düşünceler ile karar aldığını bildiğimiz bir grubun eline bırakmanın saçmalığı bir yana, böyle bir onay mekanizmasının bile hala bulunuyor olması gerçekten Türkiye akademisinin ya da en azından sosyal bilimler dünyasının ne gibi bir zorlukta olduğunu gösteriyor. Pek muhtemelen Mehmet Baki Hoca bundan sonra sonunu çok da kestiremediği bir hukuk mücadelesine girecek ve de Türkiye’de kadro bulma iddiasını bir kenara bırakıp kendisine batı akademisinde yer arayacaktır. Bu kendi başına bile çok can sıkıcı ve mide bulandırıcı bir süreç. Elbette bütün bunlar gerçek dünyada ne Mehmet Hoca’nın ne de çalışmanın kalitesini ölçecek kriterler değil. Ama dediğim gibi gerçek dünyanın kriterleri bunlar. Türkiye ise sanki bir parodi sahnesi. Bu trajikomik ve saçma durumda Mehmet Hoca’ya girişeceği mücadelede kolay gelsin derken bir yandan da bu yaşanan durumun esasında Türkiye akademisinin özellikle bilimler alanlarının dertlerinden sadece birisi olduğunu söylemek lazım. Zira geçtiğimiz günlerde Mehmet Baki Hoca’ya destek çıkan ya da çıkmayan birçok kişi bu dertlerin ya sorumlularından ya da bu dertlerin çözülmesi için parmağını bile kıpırdatmayanlardan. Peki nedir bu sorunlar ve bu sorunlar nelere neden olmakta. Otoriter ve de kapsayıcı siyasetin neden olduğu sorunlar Türkiye’deki üniversitelerle ilgili sorunlarda hikâye aşağıdan yukarıya doğru mu, yoksa yukarıdan aşağıya doğru mu gidiyor, bundan çok da emin değilim. Ancak gözlemleyebildiğim kadarıyla hem yukarıdan hem de aşağıdan gelip ortada yoğunlaşan bir sorunlar yumağı ile karşılaşıyoruz. Bunların da en başında tepeden aşağıya doğru giden bir siyaset müdahalesinden bahsediyoruz. Son 7-8 ayda Boğaziçi Üniversitesi için yapılan ve aslında Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı süreci ile başlamamış rektörler üzerinden üniversite dizaynı herhalde bu durumun en belirgin örneği. Dediğim gibi bu durum 2014 ile başlamadı. Kimilerinin en tarafsız ve dürüst dediği Ahmet Necdet Sezer bile bu gücü kendince gerekli gördüğü zaman kullandı. Tepeden gelen bu ‘dizayn’ hamlesi yukarıdan aşağıya doğru bir tırpan etkisi yaparak özellikle sosyal bilimleri ve oradaki özgür araştırma ve üretme alanını yok ediyor. Ankara Üniversite’sinden Rektör Erkan İbiş’in Yalçın Karatepe’nin dekanlığı sonrasında Mülkiye’yi bitirmek için yaptıkları benim bu konuda yakından takip edebildiklerimden. Ancak bunun da ötesinde özellikle Anadolu illerindeki üniversitelerin rektör, dekan ya da bölüm başkanı gibi makamlarına partisi hiç fark etmeden belediye başkanlarının il ya da merkez ilçe başkanlarının müdahale ettiğini de biliyoruz. Dahası bu siyasilerin bunu illeri adına bir hakmış gibi gördüklerini ve de meşruiyetini sorgulamadıklarını da her gün görüyor ve duyuyoruz. Halbuki keşke Fransa ya da dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi üniversite yönetimleri doktora öğrencilerinin, lisans ve yüksek lisans öğrencilerinin de dahil olduğu komisyonlar ve de uzun propaganda süreçlerinin olduğu seçimler yolu ile seçilseler. Böyle olduğu zaman bağımsız ve de özgür olması gereken üniversiteler bir şekilde devlet önünde ceket iliklemek zorunda kalmazlar. Belki o zaman her şey daha rasyonel bir şekilde işler. Kompleksli üniversite yöneticilerinden kaynaklı sorunlar Dünyanın her yerinde ama her yerinde doktora yapmak oldukça zor, zahmetli ve de üstün çaba gerektiren bir uğraş. Bununla beraber akademi denilen çetrefilli yol doktora yapmak ile de sınırlı değil. Doktora sonrasında pozisyon bulmak, o pozisyonda tutunmak ve de sonrasında gerekli kademeleri geçerek en üst mertebe olan profesörlüğe ulaşmak çok ayrı ve de sert yollardan geçmeyi gerektiriyor. Esasında bu meslek, bir şekilde mesai saati olmayan ve de sizin hayatınız olan bir uğraş. Bu süreç kuşkusuz içinden geçen her kişide tartışmasız psikolojik sorunlara neden olmakta. Bu sorunların en başında da dışarıya belli edilmemeye çalışılan bir özgüven sorunu bulunmakta. İşte bu kanımca Türkiye akademisinde kendisini çok gösteren bir hastalık ve de mevcut sistemin sorunlarından birisi. Kırılması çok ama çok zor hiyerarşik bariyerler, ast-üst ilişkileri ve de psikolojik şiddet bunların başında gelmekte. Kişilerin bu durumları ne yazık ki kurumlara da yansımış şekilde. Örneğin YÖK’ü ve de akademinin siyasallaşmış olmasını en çok eleştiren Türkiye’nin kalbur üstü akademik kurumları kendilerine dünyanın hiçbir yerinde olmayan, yazılmamış kriterler koymaktalar ki bu da bu kurumları esasında üstün değil aksine kompleksli yapılar haline getirmekte. Misal Türkiye’nin birçok büyük ve de kaliteli özel üniversitesinde orada doktora yaptıysanız orada işe girme ihtimaliniz yok. Bu çok büyük bir paradoks. Bir yandan çok iyi doktora eğitimi verdiğinizi savunurken kendi tedrisatınızdan geçmiş genç meslektaşınızı beğenmiyorsunuz. Ya da bunun tersi bir durum da söz konusu. Örneğin eski Mülkiye’de lisans eğitiminden başlayarak Mülkiyeli değilseniz asistan olmanız ve de sonradan orada kalıcı bir kadro bulmanız neredeyse imkânsız. Diğer bir paradoksal durum ise karşımıza yine metropollerin havalı özel üniversitelerinde çıkıyor. Eğer Amerika Birleşik Devletleri ya da Birleşik Krallık okullarından birisinden doktoranızı almadıysanız sizi çoğunlukla iş görüşmesi için değerlendirmiyorlar. Bu noktada İngiltere akademisinde görev yapan bir akademisyen olarak şunu söyleyebilirim ki birçok Türkiye üniversitesindeki doktora eğitimi İngiltere’den daha iyi. Dahası Almanya, Fransa ya da Hollanda gibi ülkelerde gelenekleri çok eskiye dayanan bir eğitim sistemleri var ki, bu akademisyenlere çok farklı bir düşünce pratiğini veriyor. Ancak ne yazık ki Türkiye akademisinde bunlardan daha çok ‘ismi olan üniversiteler’ kabul görüyor. Zannediyorum metropol üniversitelerinin dışında kalan yerlerde bu kompleksli üniversite yöneticisi meselesi yukarıda değindiğim siyaset konusu ile iç içe geçerek vücut buluyor ki bu özgür araştırmaya ve de düşünmeyi hepten yok ediyor. Korkak ve aslında çalışmayan akademisyenlerden kaynaklı sorunlar Hiç tartışmasız otoriter ülkelerde üniversitelerden bir umut yeşereceğini düşünmek çok önemli ama bunun kolayca olacağını düşünmek biraz saflık. Türkiye pek muhtemelen tarihinin en otoriter günlerinden geçiyor ve bir süre daha bu böyle sürecek gibi. Ancak Türkiye hiçbir zaman tam olarak otoriter olmadı. Kemalist kurucu aklın sündürülerek oluşturulan bariyerler düşün dünyasını ve üniversiteleri her zaman çok etkiledi. Şimdi ise banalleşmiş bir ‘Atatürkçülük’ ile Erdoğanism’in sentezinde yeni dev duvarlar Türkiye akademisinde karar alıcı mercilerde bulunan kişileri doğrudan ya da dolaylı etkiliyor. Ya da daha açık bir ifade ile korkutuyor. Misal Türkiye’de hiç kendimizi kandırmayalım devletin tezlerinden çok aykırı bir şekilde Kürt Meselesi çalışıyorsanız, Ermeni Soykırımı vardır diyorsanız, ya da Türkiye Kıbrıs’ta işgalci konumundadır derseniz sizlerin kadro bulması çok da kolay değil. Bu kriterler bugün için de geçerli ama yerine yenileri de eklenmekte. Örneğin darbeden bir hafta sonra Gülen Hareketi ile ilgili bütün tezleri silen YÖK nasıl korkak ve baskıcı ise bugünde FETÖ yerine Gülen Hareketi diyen birisini kadroya alamayan yönetici de aynı şekilde korkak ve de baskıcıdır. Dahası bugün birkaç istisna dışında doğrudan Yeni Türkiye’nin yeni kırmızı çizgilerini tartışmak Türkiye akademisi için çok da olanaklı değil. Bunun yanında bir de Türkiye akademisinin kendine has çalışmama sorunu var. Dünya’da neo-liberalleşen ya da fabrikasyon üretime geçen akademi dünyası mensuplarından yılda en az iki yayın beklerken bu durum Türkiye için çok da geçerli değil. Çok kaliteli olmak ile övünen devlet üniversitelerinden profesörlük sonrasında kaliteli yayın yapan hocalarımızın sayısı çok ama çok az. Hal böyle olunca da bu kişiler çok atak ya da çok üretken kişileri kendi bölümlerinde istemiyorlar. ‘Hadi canım olmaz öyle şey’ demeyin bunlar bugün 35-40 yaşlarının altında her akademisyenin yaşadığı ya da tanık olduğu ama çok da yüksek sesle konuşamadığı gerçekler. İşte bu gerçekler ve belki de daha niceleri birleşerek Türkiye’de sosyal bilimlerin önünü tıkamakta. Peki, yurt dışında durum nasıl? Diyebilirsiniz ki bütün bunları yurt dışında bir kadroya sahip olma konforu ile yazıyorsun. Evet hakkınız var bu konfor ile yazıyorum ama buralardaki sıkıntılar da daha farklı. Sizden beklenen ‘all rounder’ dedikleri yani her alanda aktif olmayı gerçekleştirmeniz gerek. Hem akademik makale yazacaksınız hem editörlük yapacaksınız hem fikir yazısı yazacaksınız hem de basına çıkmaya çalışacaksınız. Bunun yanında öğrenci memnuniyetini sağlayıp iş ve özel hayat dengesinde kendinize de zaman ayıracaksınız. Yani hem çok ama çok yoğun çalışacak hem de sanki günler buralarda 36 saatmiş gibi kendi hayatınız da olacak. Bu çok zor hem de çok zor. Dahası hayat boyu iş bulma ihtimali yüzde bir seviyesindeyken çok daha zor. Ama bütün bunlar Türkiye akademisinin hem baştan hem de ayaktan başlayarak buram buram çürümesini görmeye de engel değil. Kim bilir belki bu mevcut yönetim ile alakalıdır ki bu çok olumlu bir şey olur. Zira bu belirli süre sonra bu durumun sonlanacağına işaret eder. Ama bu Türkiye’nin yapısından ve de toplumundan kaynaklı ise sorun çok büyük demek.