Tiflis’in tarihçesi, 1500 yıl öncesine kadar uzanıyor. V. yüzyılda Kral Vahtang Gorgasal’ın av alanıymış. Kral, avlanırken şahinini salmış ama kuş bir daha geri dönmemiş. Ne de olsa kralın kuşu, her yeri arayıp taramışlar ve sonunda bir sıcak su kaynağının içinde bulmuşlar…
Kentin kuruluş efsanesini Tiflis üstüne yazdığı kitabında Serhat Öztürk anlatmış.
“Tiflis’in tarihçesi, 1500 yıl öncesine kadar uzanıyor. V. yüzyılda Kral Vahtang Gorgasal’ın av alanıymış. Kral, avlanırken şahinini salmış ama kuş bir daha geri dönmemiş. Ne de olsa kralın kuşu, her yeri arayıp taramışlar ve sonunda bir sıcak su kaynağının içinde bulmuşlar ölü şahini. Kral, kuşunun öldüğü yerde bir kent kurulmasını buyurmuş. Kurulan kentin adı da suyun sıcaklığına izafen, ılık anlamına gelen tbili’den, Tbilisi olmuş.”
Tiflis, kaplıcasıyla meşhur ama biz şimdi şehrin simgelerinden bir heykelle başlayalım.
Şu şehre tepeden bakan büyük heykellerden hiç hazzetmem, en meşhuru şüphesiz Rio’daki ama onu göremedim, Lizbon’dakini ise hiç sevmedim.
Tiflis’teki de düşüncemi değiştiremedi, bunlar benim gözümde olmasa da olur heykeller değil, olmasa daha iyi olur heykeller.
Kartlis Deda adlı bu heykel şehrin her yerinden görüldüğü gibi kaldığım otelin odasından da görünüyor -gerçi bu kötü bir şey değil, Hotel Kopala'nın eski Tiflis manzarası şahane.
Gerçeken Kopala’ya değineyim biraz; zira bu otelde Charles Aznavour, Joe Biden ve Sharon Stone gibi isimler kalmış.
Üst kattaki lokantada oteli teşerrüf eden bu isimlerin fotoğrafları adeta bir sergi oluşturuyor.
Kartlis Deda’nın bir elinde şarap öteki elinde kılıç var -izaha pek gerek duymayan bir Gürcü kadın heykeli.
Ama biz önce otelden çıkıp belli bir güzergâhı takip ederek Kartlis Deda’ya çıkalım.
Şehrin tarihi merkezine doğru birkaç adım attığımızda karşımıza bahçesinde Tiflis’in kurucusu Kral Vakhtang’ın at üstünde nehre baktığı Metekhi Kilisesi ve Köprüsü.
Bu köprü bizi şehrin en eski kısmına bağlıyor.
Burada hemen “Maidan Bazaar” denen bir yeraltı çarşısı dikkat çekiyor ama “bir yer ne kadar turistikse nitelik o kadar düşük olur,” fehvasınca buradaki ürünlerin de pek matah şeyler olmadığını söyleyebilirim.
Gene de burada akıl almaz bir şarap yoğunluğu var.
Tamam, Gürcü şarabı bilinmeyen bir şey değil ama adım attığım her yerde karşılaşmayı beklemiyordum, üstelik bunların en azından yarısı ev yapımı şarap, herhangi bir etiketi falan yok.
Serhat Öztürk de kitabında benzer bir şey söylüyor: “Gürcülerin şarapla kurdukları ilişki gibisini dünyanın başka bir görmek imkânsız.”
Kral’ın adını taşıyan cadde soldan devam ediyor ama biz evvela sağa dönelim ve nehir boyunca biraz yürüyelim.
Biraz sonra Sioni Kilisesine geliyoruz.
Sioni, gördüklerim içinde en görülesi kiliselerden biri.
Gürcü şarabı bilinmeyen bir şey değil ama adım attığım her yerde karşılaşmayı beklemiyordum, üstelik bunların en azından yarısı ev yapımı şarap, herhangi bir etiketi falan yok.
Elimdeki broşürden bu kilisenin evvela Kral Vakhtang tarafından beşinci yüzyılda yaptırıldığını okuyorum ama sonra birden fazla kez yıkılmış, Arapları, Timur’u, Büyük İskender’i, Persleri ve daha birçok istilacıyı görmüş, şimdiki halini ise 1812’de almış.
Kim olduklarını bilmediğim bazı mühim dini şahsiyetler buraya gömülmüş.
Patrikhane de gene bu yol üstünde.
Kote Abkhazi denen uzun caddeyi bitirmeyip Lado Gudiashvili meydanına doğru bir sokağa sapıp rastgele yürüyünce insanı mest eden pek çok Tiflis evi karşınıza çıkıyor.
Her sokakta en az birkaç tane görmeye değer ev olduğu için Tiflis gezisinin en keyifli kısımlarından biri bence bu.
Lado Gudiashvili de sevimliliğini çevreleyen evlerden oluşan zarif bir meydan.
Şu güzel evlerin arasında kafamızı kaldırdığımızda gene Kartlis Deda’yı görüyoruz, artık istikamet belli, yüzlerce basamak çıkılacak ve heykele varılacak.
Birbirine merdivenlerle bağlanan dar sokaklar bizi Bethlemi Kilisesi’ne çıkarıyor.
Şöyle bir bakıp çıkmakta fayda var ama körük gibi açılıp kapanan ciğerlerle ânın tadını çıkarmak çok kolay olmuyor.
Neyse, böylece geldik heykele.
Altımızda boylu boyunca Tiflis…
Solda şehrin en popüler yeri olan Şota Rustaveli bulvarını imleyen Özgürlük meydanının altın rengindeki St. George heykeli, küçük kiliselerin kubbeleri, evler, nehir ve karşıda olanca haşmetiyle 2004’te tamamlanan Sameba Katedrali…
Ama biz şehre arkamızı dönüp yamacın diğer tarafındaki botanik bahçesiyle şelaleyi bir görelim.
Sarılar, turuncular, kırmızılar ve yeşilin bin bir tonu, otuz metreden dökülen bir şelale…
Şimdi bu güzellikleri bir kenara bırakalım ve teleferiğe binip aşağı inelim.
Teleferik, bizi otelin baktığı Avrupa meydanına indiriyor, yola çıktığımız Metekhi Köprüsünün dibine.
Bu meydanda Almanya ile olan dostluğun nişanesi olarak Berlin Duvarı’nın bir parçası da var.
Köprüyü yeniden geçip bu kez sola dönüyor ve şehrin alametifarikası olan tuğla hamamlara -kaplıca- geliyoruz.
Yan yana sıralanmışlar, ama ben aynı yerdeki görece modern hamamlardan birine gittim.
İtiraf edeyim, bu sülfür kadar berbat kokan şey varsa da çok azdır.
Bu meydanda Almanya ile olan dostluğun nişanesi olarak Berlin Duvarı’nın bir parçası da var. Köprüyü yeniden geçip bu kez sola dönüyor ve şehrin alametifarikası olan tuğla hamamlara -kaplıca- geliyoruz.
Üstelik onca para ödeyip o kokunun içinde bir süre geçirmek hiç akıl kârı değil ama aklıma Dostoyevski’nin, Mann’ın romanlarındaki kaplıca sahnelerini getirerek kendimi motive etmeyi başardım.
Hamamların az yukarısında artık şehrin tek camisi olan Cuma Camii.
Dışının içinden daha çekici olduğunu itiraf etmek gerekiyor.
Yukarı yürümeye devam ederseniz Narikala Hisarı’na çıkan merdivenlere geliyorsunuz.
Âhı gitmiş vahı kalmış bir yer ama görmedik dememekte fayda var.
Gene hamamların yanında Gürcülerin büyük bestekârlarından Bidzina Kvernadze’nin bir dönem yaşadığı apartman yer alıyor.
Kote Abkhazi’den sola sapmayıp nehre doğru bir alt sokağa inip biraz yürüseydik karşımıza şehrin en bilinen yeri olan Gabriadze Tiyatrosu çıkacaktı.
Bu kukla tiyatrosuna,
Gürcistan’ın en meşhur senaristlerinden Rezo Gabriadze’nin adı verilmiş.
Otuz beşten fazla senaryo yazan Gabriadze, aynı zamanda film ve sahne yönetmenliği, ressamlık, heykeltıraşlık ve kuklacılık gibi alanlarda ürünler vermiş.
Senaryosunu yazdığı 1986 yapımı Kin-Dza-Dza mesela, Sovyet bilimkurgu sinemasının kült filmlerinden biriymiş.
Gürcü müziği, sineması ve edebiyatına dair hiçbir şey bilmediğim için sadece okuduklarımdan aktarıyorum.
Neyse, nehir boyunca sırayla üç köprü göreceğiz: Barış, Baratashvili ve Kuru Köprü.
Barış Köprüsü berbat bir şey, böyle bir şehre gelip de modernlik iddiasıyla ancak bu kadar uyumsuz bir şey yapılabilirmiş.
Onu yapmak da bir İtalyan mimara düşmüş.
Çirkinliği ve uyumsuzluğu yetmezmiş gibi bir de gece parlak ışıklarını falan yakıyorlar, dur durabilirsen yanında.
Gürcülerin çok önemli bir şairi olan Nikoloz Baratashvili’nin adının verildiği köprüde de yapı olarak bir estetik yok ama asla öteki gibi sevimsiz değil, zarif insan heykelleriyle süslemişler.
Bu köprüden karşıya geçtiğimizde şairin heykeli var.
Gürcülerin çok önemli bir şairi olan Nikoloz Baratashvili’nin adının verildiği köprüde de yapı olarak bir estetik yok ama asla öteki gibi sevimsiz değil, zarif insan heykelleriyle süslemişler.
Baratashvili’nin heykelinin bende uyandırdığı hissiyat, Lord Byron’dan bir nesil sonra romantizmi Gürcistan’a getirdiği ve erken yaşta öldüğüydü.
Yazıyı yazmak için Baratashvili’nin kim olduğuna bakınca bu romantik şairin yirmi sekiz yaşında öldüğünü öğrendim, demek ki heykel bakanda bütün bu duyguları uyandıracak kadar iyi yapılmış.
Elene Akhvlediani yokuşundayız, buradan yukarı çıkabiliriz.
Sağımızda solumuzda birbirinden güzel evler var.
Bu eski Tiflis evlerinin ortak güzelliği cephelerindeki ahşap işlemelerinden ve oymalarından geliyor.
Bu yokuşta da bu zarafetin en seçkin örneklerini görmek mümkün.
Yolu takip ettiğinizde evvela en hâkim noktasından şehre bakan Başkanlık Sarayı’na, sonra da Sameba Katedrali’ne ulaşırsınız.
Eğer sahilden devam etseydik biraz sonra Kuru Köprü’ye gelecektik.
Kuru Köprü’nün çevresinde kurulan bitpazarı köprünün kendisinden daha meşhur.
Ben bu bitpazarlarını pek anlamam; buradakini de gezdim, musluktan kapı tokmağına, bozuk olduğu aşikâr kablolardan paslı bıçaklara kadar işe yaraması bana göre asla mümkün olmayan ne ararsan satıyorlar.
Demek, birilerinin de bunlara ihtiyacı var…