5 yıl sonra 17 Nisan Referandumu
Biz kendi sorunlarımızı çözmedikçe, başkalarının bize sunacağı acı reçetelerine maruz kalıyoruz. Unutmayalım, kimse bize savaş açmış değil. Biz kendimizle savaşıyoruz ve bu gerçeği kabul edemiyoruz.
Bundan 5 yıl önce bugün bir anayasa referandumu yapıldı ve referandum, YSK’nın anayasaya aykırı aldığı “mühürsüz oylar” geçerli kararıyla kabul edildi.
Aradan geçen 5 yılda, referandumun ağır sonuçlarını sadece muhalefete destek olanlar değil siyasi iktidar destek olanlar da görüyor.
Bu sonuç ağır bir ekonomik buhran.
Siyasi iktidar kabul etmese de Türkiye ekonomik kriz değil bir buhran yaşıyor. Ekonomideki tüm veriler TÜİK’in tüm zorlamalarına rağmen yükseliş trendinde.
Hatta TÜİK dışında bağımsız kurumların araştırma yapıp yayınlanması yasayla yasaklanıyor.
Bütün bu çabalar, Türkiye’de ekonomik buhranı yok saysa da gerçek, tersidir. Türkiye ağır bir ekonomik buhranın içinde, ekonomik türbülans yaşamaktadır.
Kuşkusuz bu tablonun temel neden yapısal olarak; 5 yıl önce referandum ile kabul edilen, Türk Tipi Alaturka Başkanlık Sistemi olsa da; hızlandırıcı neden de AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “faizler düşerse, enflasyon düşer” tezinin dayanağı olan; “Faiz sebep, enflasyon sonuç.” önermesidir.
Ortadaki gerçek bu önerme ve tezin hiçbir karşılığının olmadığıdır.
Ekonomik alanda karşı karşıya kaldığımız bu kötü gidişin basit bir nedenleri var: Türkiye’nin demokrasiden, hukuktan ve özgürlüklerden kopması. Maddi temeli olmayan bölgesel liderlik hayalleriyle dünyaya meydan okumanın yarattığı yalnızlık.
Özetle ekonomideki kötü gidiş bir sonuç. Bu sonucu ortaya çıkaran neden ise; siyasi tercihler. Sadece iç politikada değil dış politikadaki yanlış tercihlerin bedeli karşı karşıya kaldığımız tablo.
Daha vahimi ise bu tercihlerden vazgeçilmediği sürece de bedel ödemeye devam edeceğimiz.
Ne yazık ki, bu basit gerçeğe rağmen siyasi iktidar yetkilileri, siyasi iktidarı medyada destekleyenler durumu, “Türkiye’ye karşı sürdürülen ekonomik savaş” üzerinden açıklamaya çalışıyorlar.
HER ÜLKE EMPERYALDİR
Uluslararası ilişkilerde bir kural da şüphesiz her ülkenin, kendisinden aşağıda olan ülkeleri orada tutmak istediğidir. Bu açıdan hiyerarşinin yakarısından başlayarak her ülke kendisinden aşağıdakine karşı emperyaldir.
Bu Türkiye için de geçerlidir. Türkiye de bu hiyerarşide kendisinden aşağıdaki ülkelere karşı emperyaldir.
Bu uluslararası hiyerarşide bulunduğu konumdan yukarı çıkmak ekonomik ve siyasi açıdan elde edilen güçle olur.
Türkiye de 2000’li yılların başında attığı siyasi adımlarla bu hiyerarşide yükselmiştir. Hem Batı ile ilişkiler hem AB üyelik süreci, Türkiye’yi önemli bir ülke yapmıştır.
Ancak 2011 sonrasında Arap Uyanışı ile siyasi iktidarın siyasal tercihlerinde yaşanan sert kırılma bizi bugünkü noktaya getirdi.
Batı ile daha fazla entegre olma, AB üyeliği hedefi taşıyan politikalar yerini bir anda din kardeşliği söylemi ve kimlikçi politikalar üzerinden kurulan bölgesel liderlik hayalleri, önce dış politikanın sonra da iç politikanın tıkanmasına yol açtı.
5 yıl önceki referandumla hayata geçen yeni yönetim sistemi, hızlı karar almak adına, sistemi tek adama rejimine dönüştürdüğü ölçüde keyfilik kurumsallaştı ve yönetim krizi derinleşti.
Bugün hem iç politikada hem dış politikada içinde olduğumuz sorunların temel nedeni bu siyasal tercihlerdir.
Din kardeşliği üzerinden bölgesel liderlik hayali Türkiye’yi bölgede yalnızlaşırken; içerde izlenen kimlikçi siyaset ile toplumsal kutuplaşma ve gerginliği yükseltti.
Dışarıda yalnızlaşan içeride tek başına olmayı tercih eden iktidar, içeride keyfiliği kurumsallaştırıp, demokrasiyi, özgürlükleri ve hukuku bir anlamda askıya aldı.
Bugün, Türkiye’nin içine düştüğü açmaz tam olarak budur.
O yüzden Türkiye uluslararası alanda yapılan pek çok araştırma ve değerlendirmede hızla irtifa kaybediyor.
Bunun sonucu olarak ekonomik alanda yatırımlar duruyor, yabancı ve yerli yatırımcılar yurt dışına gidiyor.
Düşünce ve ifade özgürlüğünde, hukuk ve şeffaflık endeksinde sürekli aşağılara düşüyor.
Sadece sermaye değil, yetişmiş insanlar da genç beyinler de Türkiye dışına çıkıyor.
Türkiye sadece ekonomik olarak değil kültürel olarak da çoraklaşıyor.
İşte bütün bu noktalar, Türkiye’nin zayıflıkları ve içerideki yaraları. Bunların hepsi bizim üstümüzdeki emperyal ülkelerin oyunları ya da faaliyetleri değil. Bizim kendimize yaptığımız kötülükler.
İLK ADIM İÇ BARIŞ OLMALI
Velev ki, Türkiye’ye -AKP iktidarına- karşı bir ekonomik savaş başlatılmış olsun. Buna karşı mücadelenin yolu hamaset değildir, temeli olmayan bir meydan okuma değildir. Bu duruma yol açan nedenleri ortadan kaldırmaktır.
Doların düşmesi, ekonomide iyileşme olacaksa bu ancak siyasi olarak normalleşme ile mümkün.
Yani toplumsal uzlaşmadan, demokratikleşmeden, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesinden geçer.
Şunu unutmayalım ki, Türkiye’nin içine düştüğü bu durum sadece siyasi iktidara eleştiren yüzde 60’a yakını etkilemiyor. AK Parti ve MHP’ye oy verenlere de etkiliyor, etkileyecek.
Hamasi nutuklar manevi olarak ruhumuzu iyi gelebilir ama gerçekleri değiştirmiyor. Fakirleşiyoruz ve hızla kaybediyoruz. AKP’lisiyle, MHP’lisiyle, CHP’lisiyle, HDP’lisiyle, İyi Parti’lisiyle hep birlikte kaybediyoruz.
Son bir ay içinde önce Erdoğan sonra Bahçeli, Türkiye’nin temel sorununun ekonomik sorunlar değil Suriye ve Ukrayna olma olasılığı mealinde konuşmalar yaptılar. Bunlar tesadüfen yapılmış konuşmalar olmasa gerek.
Siyasi iktidar, Türkiye’nin önceliğinin "ekonomi" değil, dış tehdit, savaş vs. üzerinden "güvenlik" olduğu yönünde gerçek olmayan bir algı yaratmak istese de gerçek, ekonomik sorunlardır.
Biz kendi sorunlarımızı çözmedikçe, başkalarının bize sunacağı acı reçetelerine maruz kalıyoruz.
Unutmayalım, kimse bize savaş açmış değil. Biz kendimizle savaşıyoruz ve bu gerçeği kabul edemiyoruz.
Bunlar da ilginizi çekebilir