15 Temmuz darbesi bir kez daha Türkiye demokrasisinin geleceğini ve bu bağlamda Müslüman coğrafya’ da demokrasi sorununu gündeme güçlü şekilde taşımış bulunuyor. Açık görülen bir gerçek var; Türkiye ve diğer Müslüman ülkeler ya evrensel demokratik ilkeler temelinde birliklerini geliştirerek bağımsız olarak ayakta kalacaklar ya da halen birçok bölge ülkesinde görüldüğü gibi bölünme, kaos, terör korkusu ile krallık, askeri diktatörlük rejimleri ile emperyalist çıkarların peşinde sürüklenmeye devam edecekler.
Arap baharı; Saray koridorlarında yayılan korku rüzgarı
İslam ve demokrasi ilişkisi söz konusu olduğunda ilginçtir ki iki tarafta da yani İslamcılar arasında da laik/sol kesimde de İslam’ın demokrasi ile bağdaşırlığı konusunda karşıt görüş belirten kesimler vardır. Ama daha baştan söylemek gerekir ki tahmin edilebileceği gibi İslam’da demokrasi olmaz tezinin en güçlü savunucuları Müslüman toplumlar’ da ki egemen krallar, emirler, despotlar, diktatörlerdir. Bu bölgede demokrasi istemeyen başkaları da ABD’ li tutucu güçler ve İsrail’dir. Daha doğrusu onlar kendi adamlarının seçimini garantilemeyen bir demokrasi istemezler. Bilirler ki Müslüman coğrafya’ da demokratik seçimle gelmiş hiçbir hükümet mazlum Filistin halkının taleplerine sessiz kalamaz ve İsrail’ in bölgedeki saldırgan, kural tanımaz politikalarına kolayca boyun eğemez.
Arap baharı rüzgarı Tunus’tan tüm bölgeye yayılmaya başladığında muhtemelen korku en başta sarayların, diktatör malikanelerinin koridorlarında dolaşmaya başlamıştı. Arap gençleri ve kadınları özgürlük, demokrasi, sosyal adalet talepleri ile sokağa çıktığında batı bu durumu kendi çıkarları ile çatışan veya çatışa potansiyeli taşıyan Libya, Suriye gibi ülkelerdeki otoriter milliyetçi rejimlerden kurtulma fırsatı olarak gördü. Libya’ da bu isteğine çabuk kavuştular ama kitlelerin ön planda olduğu yerlerde iş başka gelişiyordu. Mısır ve Suriye çok önemliydi.
Mısır ve Suriye; Planlanan tek şey demokrasi olmasın!
Mısır’ da sokağa çıkan milyonlar Mübarek rejimini devirdiğinde Obama yönetimi batı yanlısı, “ılımlı Müslüman” bir yönetimin olabilirliği beklentisi ile sürece tereddütlü bir destek sundu. Başta Suud olmak üzere körfez despotları ise Cumhuriyet ve demokrasi kırıntılarının kokusunu almaya başlamıştı. İktidara gelen Müslüman Kardeşler yönetimi uzlaşmacı bir Demokratik Anayasa ile “İslami Düzen” istemi arasındaki gerilimi yaşarken Suud destekli selefi El Nur Partisi “Şeriat” talebi ile provokasyon ve gerilimi kışkırtmaya çoktan başlamıştı. Sonra askeri darbe oldu. İsrail/ABD temsilcisi Sisi iktidara geldiğinde ona en çabuk destek veren El Nur partisi ve Suud Krallığı aslında bu tutumları ile açık olarak “şeriat”ın gelmesini değil asıl olarak Cumhuriyet ve demokrasinin gelmemesini amaçladıklarını ortaya koydular!
Tunus hem kendi özgün tarihi coğrafik durumu, gelişmiş demokratik kitle örgütlenmeleri ve hem de İslamcı El Nahda hareketinin önderi R.Gannuşi’ nin adalet, insan hakları temelli bilge tutumu ile yöneldiği demokrasi yolunda halen ilerlerken, Suriye büyük bir insanlık dramı içinde kıvranıyor. İsrail ve batılı güçler Suriye’ de demokrasi talebi ile ayağa kalkan kitle hareketini kendileri ile fazla uyuşmayan ve İsrail/Hizbullah eksenine yakın Suriye rejiminden kurtuluş fırsatı olarak gördü. Onlar için önemli olan aslında yerine ne koyacaklarını planlayamadıkları rejimin gitmesinden çok gücünün kırılması idi.
Suud ve benzeri Arap rejimleri ise Suriye savaşına müdahil olurken sadece ne istemediklerini çok iyi biliyorlardı. Nispeten barışçı bir süreç ile demokratikleşme olasılığı onların en çok korktukları senaryo idi. Onun için süreci hemen hızla silahlandırıp terörize ettiler. Dış müdahalenin baştan beri açığa çıkması muhalefetin hızla radikal terörist selefi akımların kontrolüne kayması rejim’in toplumsal desteğinin artmasına yol açtı. Direnen rejim karşısında telaşa kapılanlar (başta Türkiye hükümeti) artık önüne gelen her muhalefet kesimini her yolla desteklemeye başladı. İŞİD’ in ortaya çıkması ve ardından Rusya müdahalesi süreci başka yöne çevirdi.
Seçim mi dediniz ya radikaller iktidar gelirse?
Müslüman coğrafya’da krallar ve diktatörler Cumhuriyet, demokrasi sözleri eden iç ve dış güçlere şöyle der ; Bakın, görün, demokrasi, seçim olunca iktidara kimler geliyor. Radikal İslamcılar gelir hatta teröristler gelir ( Bu arada tabi biliyoruz ki radikal İslamcılar gelememişse bizzat Suud, İsrail ve bazı batılı güçler eliyle onların getirilmesi garantilenmiştir!). Siz öyle demokrasi falan fazla karıştırmayın bakın biz varız. Ne istedinizse yerine getirmiyor muyuz? .İkna olmayan özellikle bazı Avrupa hükümet ve toplumları da artık göçmen akınları sonrası tam ikna olmuş durumdalar.
Peki ya Türkiye demokrasisinin geleceği? Özgün tarihi, batı ilişkileri, bağımsızlık mücadelesi, Cumhuriyet, Laik rejim ve demokrasi tecrübesi ile Türkiye bu konumunu güçlendirip geliştirme ya da diktatörlük/Kaos ikiliğine düşme tehdidi altında. NATO /Gladyo ekseninin geleneksel Kemalist kadrolar yerine ikame ettiği Fetullahçı 15 Eylül darbecileri, muhtemelen “demokratik batılı güçleri” bakın bizim de desteklediğimiz seçimler ve demokrasi Erdoğan gibi otoriter İslamcıları, hatta “radikal İslamcı” gelişmeleri gündeme getiriyor, batı çıkarları tehlikeye giriyor diye ikna etmiş veya etmeyi planlıyorlardı.
Evet, Erdoğan yönetimi özellikle 2010 sonrası toplumsal kutuplaştırma, muhalefeti dışlama ve otoriter eğilimlerin artışı ile öne çıkıyordu. Öte yandan Türkiye Arap baharının rüzgarı ile bölgeye yönelik hesapsız bir Sünni Müslüman Coğrafya’ya önderlik (yeni Osmanlıcı) merkezli müdahaleler sürecine girmiş bulunuyordu. Çözülememiş Kürt sorunu ve batıya yönelik kitlesel göç tehdidi, hepsi birden müdahale ortamını besliyordu. Ama Türkiye toplumu, bazı iç ve dış çevreler açısından pek de beklenmeyen şekilde iktidar ve muhalefet i ile darbeye karşı güçlü bir cevap oluşturdu.
Her dini ve milli kimliğin eşit ve özgür yaşadığı bir siyasal birlik tasavvuru
Şimdi bizden yine pek de beklenmeyen bir şeyi başarmak zorundayız. AB üyelik süreci ne olursa olsun bu topraklarda farklıların birlikte yaşama geleneğini geliştirme, insan hakları ve demokrasi ilkeleri temelinde bağımsız olarak ayakta durma iradesini ortaklaştırma zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Unutulmamalı ki böylesi bir ortaklık, ülke ve bölge düzeyinde özellikle de Kürt sorunu ve Sünni/Şii gerilimi bağlamında her dini ve milli kimliğin eşit ve özgür yaşadığı bir siyasal birlik tasarrufu dışında mümkün değildir. Bu birliğin bölgesel çapta ekonomik ve kültürel ortaklıklarla güçlendirilmesi de kaçınılmaz bir gerekliliktir. Aksi durumlar her tür müdahaleye açık zemini, savaşı ve kaos beklentisini güçlendirecektir.