Yüksel Işık yazdı | Yüsra Bebek neden enkaz altındaydı?

Abone Ol
Baylar”, demiş; “yemeği veririm, vermesine ama ben de payımı alırım”. Sonra da yağlı bir kemik parçasını kapıp kenara çekilmiş. Ardından da diğerleri üşüşmüşler yemeğe, resmen talan etmişler. BİR KENT NASIL TALAN EDİLİR? La Fonteine, bir kentin de böyle talan edildiğini yazarak, şöyle devam ettirmiş masalı: “Paralar şunun bunun sütüne emanettir; kâhyası, kethüdası er geç yükünü tutar. En akıllısı örnek olur ötekilere. Görülecek şeydir doğrusu bu adamların; yığınlarla parayı nasıl temizledikleri.” Hep böyle gidecek değil ya, halkın parasını korumak için çıkar elbette vicdanlı biri! Onun etrafını da kuşatırlar; teslim almak, kendilerine benzetmek için… Masal burada bitiyor; bundan sonrası karşımıza hayatın gerçekleri çıkıyor. Mesela deprem o gerçeklerden biridir ve gerçekleştiği her seferinde kendi şiddetiyle kentlerin “kuşatılma süreci” arasında doğrudan bir bağ olduğunu bize hatırlatır. Bir kentin, 5.8 gibi dünyada sıradan bir şiddet olarak kabul edilen depremle birlikte yerle yeksan olmasındaki acı gerçek, aynı zamanda, tıpkı masaldaki gibi “vicdanlı insanların” nasıl olup da halkın çıkarlarını koruyamaz hale gelmesini de resmetmektedir. Yalnızca masallarda değil; gerçek hayatta da insanımız, inancı gereği kadere inanır ama bütün açıklığıyla söylemek gerekir ki “deprem kader değildir”. Kim ki “deprem” ile kader arasında bir bağ kurmamızı istiyorsa emin olun ki o “etrafımızı kuşatıp, bizi teslim almak ve kendisine benzetmek” isteyen bir talancıdır. TALANCI ZİHNİYETİN TESLİM ALDIĞI VİCDANLAR! Elazığ ve Malatya’da gerçekleşen ölümlerin nedeni de deprem değil; binalardır ve dolayısıyla insanlığın etrafını kuşatıp, bizi insanlığın evrensel değerlerinden uzaklaştıran talancı zihniyettir. O zihniyet, deprem olur olmaz, daha önce topladıkları bağışı har vurup harman savurduğundan olsa gerek, vakit kaybetmeksizin hepimizden “bağış” istemekte beis görmez. O zihniyet, toplanan deprem paralarının akıbetini soran sanatçının reklam anlaşmasını iptal ettirmekle kalmaz; vergi kaçırmanın yolu olarak, tertemiz duygularımızla ta ilkokulda bile zar zor edindiğimiz harçlıklarımızı içine koyarak, büyük bir heyecanla bağış yaptığımız Kızılay’ı bile kullanır. Üstelik vergi kaçırılmasına aracılık ettiği kurum da, ülkenin dört bir yanında adı çocuk tacizine, tecavüzüne bulaşmış; itibarı yerlerde bir vakıf. Ve kaçırdığı vergiler ise tamamen Ankaralılara peşin olarak sattığı gazın parasını, “Deli Dumrul misali”, bir kez daha tahsil etmesi nedeniyle istiflenmiş. “Alan razı, veren razı” yani! Peki biz razı mıyız? Değilsek, “hep böyle gitmesini” istemiyorsak; “halkın parasını korumak için çıkan vicdanlı” yöneticilere sahip çıkmamız gerekiyor. Biz kim miyiz? Biz yaşadığımız kentin sakini ve sahibiyiz. KİBRİT ÇÖPÜ GİBİ BİR BAŞINA MI, HEP BERABER Mİ? Bu özelliklerimiz nedeniyle tıpkı bir “kibrit çöpü” gibi hem tek başınayız hem de “hep beraberiz”. Tek başına kalır, vicdanlı yöneticileri tek başına bırakırsak, tıpkı bir “kibrit çöpü” gibi kırabilir; talancılar tarafından teslim alınma riskiyle karşı karşıya kalırız. Mesele, “kibrit çöpü” olmakta değil; bir kibrit çöpü gibi yalnız başımıza mı olacağız; yoksa bütün kibrit çöpleri gibi birlikte mi olacağız meselesidir. Birinci şıkkın sonucu masalda anlatılmaktadır. İkinci şıkkı tercih edersek ki kurtuluşa ermenin başka da yolu yok; İşte o zaman “kentlerimizin nasıl talan edildiği” gerçeğinin farkına varır; kentlerimize “vicdan”ın hakim olduğu bir sistem kurabiliriz. Vicdanı, yüreğimize hapsedilecek manevi ve soyut bir kavram olmaktan çıkartıp, toplumsal bir refleks haline getirmenin yolu ise kentlerimizde katılımcı yönetim modelini her düzeyde uygulamaktan geçer. Kıssadan hisse şudur ki ne kadar vicdanlı olursa olsun; hiçbir yönetici, o istese bile, yalnız bırakılmamalı; sahiplenilmelidir. Zira sahiplendiğimiz aslında kendimizdir; kentimizdir. Kendimize ve dolayısıyla kentimize sahip çıkacak mekanizmalar kurabilirsek ne “rant baronları”, gözümüzün önünde cirit atabilir ne de Yüsra Bebekleri, enkaz altında çıkarmak zorunda kalırız!