Yüksel Işık yazdı | Methiye düzmek mi, anlamak mı?
24 Haziran’ın en belirgin sonucu, seçmenin “daldaki kuş”u yeterince cazip bulmayıp “eldeki kuş”u tercih etmesidir.
Bir başka belirgin sonucu ise başta CHP olmak üzere muhalefetin sandığa girenle çıkanın aynı olduğunu; yani “oy hırsızlığı” yapılmadığını teyit etmiş olmasıdır.
Bu teyit, önemlidir; çünkü muhalefetin artık bahanesi kalmamıştır.
Oy hırsızlığı yoksa halkın neden başta CHP olmak üzere muhalif partilere oy vermediğini bulup çıkarmak, artık yerine getirilmesi zorunlu tarihi bir görevdir.
OY ÇALINMADIYSA…
Bunun için atılması gereken adımların başında saha analizi yapmak gelmeli ve bu saha analizinden elde edilecek sonuçların, gerekiyorsa günlerce sürece şekilde, başta Ankara ve İstanbul olmak üzere hemen her ilde mümkün olduğunca geniş katılımla tartışmaya açılmalıdır.
Değinilmesi gereken ikinci önemli nokta, ittifaklar meselesidir.
Hiç kuşkusuz nobran bir iktidarın gücünü sınırlamak için mümkün olduğunca farklı grup ve çevreleri aynı platformda buluşturmak önemlidir ama başta Ekmeleddin Vak’ası ve Mansur Yavaş deneyi göstermektedir ki pratik siyasette, çoğu zaman,“iki kere iki dört etmez”.
Bu noktadan hareketle dikkat çekilmesi gereken üçüncü noktanın, seçmenin önemli ölçüde “sağcı ve muhafazakar olduğu ve bu nedenle söylemin sağcılaştırılması” tezinin bir “şehir efsanesi” olduğudur.
Seçmenin “dindar” olduğu doğrudur ama asıl doğru, kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğu gerçeğidir.
Hoşgörünüze sığınarak, bu “gerçeği” anlatacak bir fıkraya başvuralım.
“İKİ REKAT NAMAZ KILDIRDIK DİYE…”
Rivayet edilir ki komşularının dini inancına saygı göstermek isteyen gayrimüslimlerden biri, bayramda kurban kesmek ister.
Hayvanı bağlayıp yere yatırır ama bir türlü kesemez; bu arada her tarafına hayvanın kanı sıçrar.
“Bu böyle olmayacak; şuradan bir Müslüman bulayım da yardım etsin” diyerek mahallenin kahvesine gider.
“Ey ahali, aranızda benimle gelebilecek bir Müslüman var mı?” diye sorar.
Adamın elindeki bıçağı ve her tarafına kan bulaşmış halini gören kahvedekilerden yalnızca yaşlı biri, “Elhamdülillah ben Müslümanım” diye cevap verir.
İkisi birlikte çıkarlar; ancak yaşlı adam da kurbanın üstesinden gelemeyeceğini anlar.
“Sen” der; “en iyisi daha genç birini bul.”
Adam tekrar kahveye gider.
“Aranızda benimle gelebilecek başka Müslüman var mı?” diye sorar.
Sesin geldiği yana dönen herkes, üstü başı daha da kan revan olan adamın birlikte götürdüğü yaşlı adamı öldürdüğünü düşünürler.
Herkesin bakışı, o sırada kahvede oturmakta olan mahallenin imamına odaklanır.
Durumu fark eden imamın tepkisi şöyle olur:
“İki rekat namaz kıldırdık diye Müslüman mı olduk?”
SEÇMENİN ZİHİNSEL HARİTASI…
Elbette inananlar ve samimiyetle inancının gereğini yerine getirenler vardır ama bu toprakların en belirgin refleksi, “imama uymak”tır.
Bu refleksin farkına varan politikacıların başında Erdoğan gelmektedir.
Erdoğan ve AKP’ye yöneltilen en belirgin eleştirilerin başında gelen, “farklı coğrafyalarda farklı mesajlar vermiş olduğu ve dolayısıyla halkı aldattığı” iddiası, bu refleksin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu iddia da doğrudur ama “imama uymak” refleksi yabana atılamaz.
Halkın Erdoğan’ın “farklı coğrafyalarda farkı mesajlar” verdiğinden haberdar olmadığı iddiası, tam bir aldatmacadır.
İktidarın AB’ye aday üyeliğini de; AB’yi elinin tersiye itmesini de avuçları patlarcasına alkışlayan aynı halktır.
AKP’nin, “Analar ağlamasın” diyerek kurduğu “Akil İnsanlar Heyeti”nden açtığı “Çözüm Paketi”ne, Oslo Görüşmesinden Dolmabahçe Mutabakatına da; aniden bunun tam tersi tutum takınarak, “son terörist yok edilene kadar” söylemini de alkışlayan aynı halktır.
Demek ki halkın aldatıldığı iddiası, tam bir safsatadan ibarettir; ancak halka bir methiye düzmemiz icap ederse “feraset”ten bahsedebiliriz.
“Halkın feraseti”, her durumda, kendi çıkarını korumasına vesile olmaktadır.
Mesele, çelişki gibi görünen halktaki karmaşık zihin haritasını çözebilmekte düğümlenmektedir.
Sıklıkla dile getirdiğim üzere “Doğu kültürü”, vitrini ortaya çıkartan gerçekliğe odaklanmak yerine vitrini önemser.
Genellikle “Hatice’ye değil, neticeye bakarız.”
“Hatice”, emektir ve emeksiz “mucize” bile olmaz!
Siyasette emek, halkla yüzleşmek demektir; halkın tepkisine, öfkesine göğüs germek demektir.
Bakmayın siz sosyal medyadaki trollerin çıkardığı gürültüye; halk kimsenin “askeri” değildir; ancak “ne doğrarsanız aşınıza, o çıkar kaşığınıza.”
SİMGESEL BAŞKAN, DEMOKRATİK YEREL YÖNETİM…
Bu halkın, tarihsel olarak, 1945’de CHP’yi terk ettiği doğrudur ama kısa süreli de olsa bütün sağcılığıyla ve bütün dindarlığıyla ‘70’li yıllarda Ecevit üzerinden CHP’ye meylettiği de doğrudur.
Elbette “aynı suda iki kez yıkanılmaz!” ama ilham alınabilir.
Peki nasıl?
İlk adım, gerçeği görüp, olduğu gibi kabul etmektir. Gerçek şu ki halk muhafazakar ve dindar ama kendi çıkarını her şeyin üstünde tutmaktadır.
Yeter mi; elbette hayır!
Atılması gereken ikinci adım, bu gerçeklikten hareket ederek, yaklaşan yerel seçimlere Mustafa Kemal’in ifadesiyle “her safhasiyle düşünülmüş, ihzar, idare ve zaferle intacedilmiş” bir strateji geliştirmektir.
Üçüncüsü, bu strateji doğrultusunda, çeşitli çevrelerin, grupların, etnisitelerin, cinsiyetlerin ve daha da genelleştirmek gerekirse politik eğilimlerin kesişim kümesi olabilecek büyükşehir belediye başkan adayları bulmaktır.
Partiler düzeyindeki “ittifak”ların sonuç alıcı olmadığı tecrübe edilmiştir; sonuç alıcı olan, herkes için simgesel anlamı olan bir aday belirlemek; bu adayın da, çeşitli grupları, etnisiteleri, cinsiyetleri ve politik çevreleri temsil edebilecek bir ekiple sahaya inmesini sağlamak ve her durumda demokrasiyle yönetmeye vurgu yapmaktır.
Tecrübe edilen bir şey daha var; halk methiye düzülecek bir varlık değil; her aşamada analiz edilerek, karmaşıkmış gibi görünen zihin haritası analiz edilmesi gereken bir topluluktur.
Hepsinden önemlisi, “ne yapsak, olmuyor” bıkkınlığını bir kenara bırakıp başarılabileceğine inanmaktır; çünkü inanmak, başarmanın yarısıdır!