İrade-i Şahane mi, İrade-i Milliye mi?

Abone Ol
irade-i milliye”den yana yapmıştı. Atatürk, “irade-i milliye”yi şöyle anlatmış: "... Egemenlik gerçekte yalnız bir şekilde belirir. O da bu egemenliğin sahibi olan insanların doğrudan doğruya bir araya gelerek yasama, yürütme ve yargılama görevlerini ‘bizzat’ yerine getirmesiyle olasıdır. Ve söylediğimiz şey, efendiler, tarihte ‘fiilen’ mevcut olmuş şeylerdendir. Tabii tarihi incelemiş arkadaşlarımız bileceklerdir ki, Roma’da, Isparta’da, Atina’da, Kartaca’da var olmuş genel meclisler, gerçekte bizim yaptığımız şeyleri yapıyorlardı...” Bilen bilir; yukarıdaki metin, tam da “doğrudan demokrasi”nin tanımıdır. KOSKOCA BİR ÜLKEYİ YAĞMUR YAĞMADAN KİM ISLATABİLİR? Bugün 10 Kasım ve elbette her 10 Kasım’da Atatürk’ü anmak, bir vefa borcudur ve bu borç, öyle kolay ödenmez. Elbette yapılmalı ama bu borç, 10 Kasım’ı yas şeklinde yadeden resmi törenlerle de ödenemez! Çünkü Atatürk ve bu ülkenin ilişkisi saat 9.05 geçe gerçekleştirilecek bir dakikalık saygı duruşuyla geçiştirilmeyecek kadar derindir. Ali Nejat Ölçen’in anlatımıyla O gidince “yağmur yağmadan ıslanmış koskoca bir ülke”dir söz konusu olan! İşte bu nedenle her 10 Kasım günü anmakta olduğumuz, bu halka büyük iyilikleri dokunmuş herhangi biri değil; tavrını, tarzını “hakimiyet-i milliye”den yana koymuş; bunu gerçekleştirmek için ömrünü vermiş ve bu uğurda büyük özverilerde bulunmuş biridir. Zaten bu nedenledir ki Atatürk, anılmak da ister ama esasen anlaşılmak ister. Atatürk’ü anlamak ne demektir? Yaşarken yaptıklarının arka planına bakmak ve onlardan geleceğe dair çıkarsamalarda bulunmak demektir. Çünkü O, yolda yürüyen bir yolcunun, ufku görmesini yeterli bulmaz; ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi gerektiğini söyler. “MİLLETİN İŞLERİ, MİLLETİN KARARLARIYLA!..” Bir kısmını yazının girişine de aktardım; Onun demokrasi tarifi, insanlığın evrensel birikiminin özeti gibidir: "... Bir devreye yetiştik ki, onda her iş meşru olmalıdır. Millet işleri de ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel duygularına tercüman olmakla gerçekleşir.” Yaptığı en önemli şeylerin başında, iktidarı, gökyüzünden yeryüzüne indirmek vardır. Atatürk, iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirmiş olmakla birlikte ne dine karşıdır ne de İslam’a! Atatürk’ün karşı olduğu şey, iktidarın dine dayalı olmasıdır; “dindarlık kisvesi” altında ülkenin olanaklarının “irade-i şahane”ye ve onun şurekasına aktarılmasıdır. İşte bu nedenle geniş kitlelere dikte ettirilen, “yoksulluğun kader olduğu” yanılgısına karşı savaş açmış; Cumhuriyet’in de “bilhassa kimsesizlerin kimsesi” olduğunu özellikle dile getirmiştir. Yoksul ve çaresiz Anadolu halkı, kurtuluşu bilinmeze havale etmeyip, bizzat ayağa kalkmışsa, O’nun içtenliğine; yürüttüğü mücadelenin halkın çıkarları doğrultusunda olduğuna inanmasındandır. Dışarıdan bakıldığında “harap ve bitap düşmüş” bir halkı, “mazlum milletlere örnek bir kurtuluş savaşı”na dönüştürme süreci, bir mucize gibi görünebilir. Oysa mücadelenin arka planına bakıldığında, ortada bir mucize olmadığı; kurtuluşun ve kuruluşun, “gökten gök zembille” inmediği anlaşılmaktadır. Çünkü başından sonuna kadar örgütlü bir mücadele yürütmüş; asla halkına karşı “gizli-kapaklı” işlere itibar etmemiştir. Atilla İlhan, Atatürk’ün bu özelliğini “şuracı”, yani bugünkü anlamıyla “katılımcı” olmasıyla ilişkilendirmektedir. İşte bu nedenle Atatürk, sözcüğün tam anlamıyla bir devrimcidir ve yaşadığı sürece “irade-i milliye”nin “hakimiyet-i milliye” olarak tecelli etmesi için mücadele etmiştir. O SİMURGDUR, SİMURG BİZİZ! Ben bu özelliği nedeniyle Atatürk’ü, kuşların bilgesi Simurga benzetirim. Efsaneye göre Simurgun Kaf Dağının ardına gittiğini öğrenen diğer kuşlar, ona ulaşmak üzere yola çıkmışlar. Yolculukları sırasında bin bir zahmet çekerek, adları Nefs, Aşk, Cehalet, İnançsızlık, Yalnızlık, Dedikodu ve Benlik olan ve her biri diğerinden zorlu vadilerden geçmeleri gerekmiş. Geçtikleri her vadi, bazılarını vazgeçirmiş, bazılarının geri dönmesine neden olmuş, bazıları uğradığı vadiyi kendisine yurt olarak seçmiş; kısacası kayıpları çok, umutları giderek azalmış. Tam” her şey bitti” dedikleri anda vardıkları yerin Kaf Dağı olduğunu anlamışlar. O sırada sayıları da otuzmuş! Meğer aradıkları kendileriymiş; zira Simurg, Otuz kuş demekmiş! Atatürk’ü anlamak için Kafdağının ardına gitmemize; “neredesin mavi gözlüm” dememize gerek yok; çünkü O bize Simurg olmasını aşılamış bir liderdir. Onu “insanlığın en büyük evladı” konumuna ulaştıran da, “irade-i milliye’yi, 'irade-i şâhâne’nin karşısına” koyan bu özelliğidir. Demek ki Atatürk’ü anmak, O’nun sahip olduğu mücadele ruhuna sahip olabilmek; kurtarıcı aramaktan vazgeçip, “kurtuluşun, kendi ellerimizde” olduğunu anlamak ve her koşulda “irade-i milliye”den yana olmak demektir. Simurg biziz yani!