Hocam Ahmet Taner Kışlalı
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesindeki duyguya benziyor.
O “iz”i resmetmek için biraz daha gerilere gitmeme izin verin!
Kışlalı Hocamı üniversitede tanıdım.
Benim üniversite maceram ise 12 Eylül tarafından, öncesi ve sonrası olmak üzere, iki parçaya bölünmüştü.
İlk bölümü üç yarıyıl sürmüş; karanlık saldırıların kol gezdiği o ortamda yakıcı bir hal alan “can güvenliği” nedeniyle okul ile ilgilenme fırsatım olmamıştı.
TÜRKİYE’NİN SONBAHARI
Zaten adı geçen dönemde de Kışlalı Hoca, Kültür Bakanlığını üstlendiği için tanışma zeminimiz yoktu.
Üniversite yıllarımın son beş yarıyılında ise baskı kol geziyordu.
“Türkiye’nin sonbaharı” 12 Eylül’den payıma düşen ceremeyi ödeyip, Ankara’ya döndüğüm günlerde çıkan öğrenci affı sayesinde yeniden okullu olmuştum.
Halimden memnundum ama ortam biraz tuhaftı!
Bana yakınlık göstermek isteyen herkesi “gizli polis” sanmak bir paranoya da olabilir; “zamanın ruhu” da!
Dahası ben de dönemin ortasında okullu olmuş biri olarak diğer öğrenciler için bir “muamma” idim ama bunu çok sonraları fark edebildim.
Evet, biz yenilmiştik ama okula hala “sol bir hava” hakimdi.
Böyle bir okula, dönemin ortasında gelip, sınıfın en arkasına konuşlanmış; dersi oradan dinleyip, konuşmaları oradan takip eden birinden kim olsa kuşkulanırdı.
KALABALIKTAKİ YALNIZI GÖREBİLMEK
Biz bıraktığımızda dersler tartışmalı geçerdi; geri döndüğümde öğrencilerin neredeyse derslere katılmadığını fark ettim.
“12 Eylül’ün etkisi” diye yorumlamıştım; meğer “kazın ayağı” öyle değilmiş.
Ahmet Taner Kışlalı, derslerini tane tane anlatır; yeri gelince Marksizm adı altında bütün dünyaya yutturulan tuhaflıklara “çakardı”.
Ağzına kadar dolu olmasına rağmen sınıftan çıt çıkmaması tuhafına gitmiş olsa gerek ki aniden sınıfa dönerek sorular sorardı.
Gene öyle bir derste, soruları cılız bir biçimde geçiştirilmesindeki tuhaflığı anlamak istercesine sınıfa dikkatle baktığı anların birinde beni fark etmişti.
“Siz” dedi, bütün nezaketiyle “siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?”
“Ben mi?” dedim, boğuk mu boğuk, cılız mı cılız bir ses tonuyla…
“Evet” dedi.
Bütün bir sınıf, bana odaklanmış; ortam yabancı, ben ürkek…
Üstelik “eski” dil ile öğrendiğimi “yeni” ortama tercüme etmem lazımdı.
Ne dediğimi hatırlamıyorum!
KORKUNUN HÜKÜMRANLIĞINA KARŞI ÇIKMAK
Sustum; sözü Kışlalı aldı!
Dile getirdiğim yargıları da, yüzüme yansıyan kaygıları da anlamış, bütün nezaketiyle mealen “burası üniversite, burada bilimi öğreniyorsunuz; korkmanızı, kaygılanmanızı gerektirecek bir şey yok” dedi.
Sonra da ekledi: “Ancak bilginiz eksik ve ne yazık ki yanlış çıkarsamalarda bulunuyorsunuz.”
Elim ayağım tutmaz olmuştu; kaygılarımı yüzüme vurduğu için mi, yıllarca herkese yüksek sesle anlattığım bilgilerime “eksik”, çıkarsamalarıma “yanlış” dediği için mi şimdi bile ayırt edemiyorum.
Kışlalı Hocamız ise o andan itibaren, benim sıklıkla “reel sosyalizm” olarak tanımlayıp geçiştirmek istediğim sisteme ve o sisteme kaynaklık eden Marksizme yönelik "sert" eleştirilerini sıralamaktan geri durmadı.
Benim için Kışlalı Hoca, o andan itibaren “vazgeçilmez” olmuştu.
O andan itibaren girdiğim bütün derslerinde o “bildik” cümlelerimi tekrarlayıp durdum.
“ZAMANININ VOLTAİRE”İ
O ise katılmayacağı şeyler söylemek için olduğunu bile bile ne zaman istesem söz verdi.
Ona “zamanının Voltaire”i demek yanlış olmaz!
Asla sağcı-solcu-İslamcı ayrımı yapmazdı.
Onun için farklılıklarımız zenginlikti.
“Fikirlerine katılmadığı” benim gibilerin bile kendisini “ifade etmesi”ne imkan tanımıştı ama ne yazık ki O’nun “fikirleri”ni açık seçik bir biçimde ifade etmesine tahammül edememişlerdi.
21 Ekim 1999'da, arabasının ön camına koydukları bombalı paketli Onu katletmişlerdi.
Katledilmesinden önce bazı paçavralar O’nu hedef göstermişti.
Tıpkı Uğur Mumcu gibi, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve benzer yöntemlerle katledilen diğerlerini hedef gösterdikleri gibi!
Katledildiği haberi, içimden bir parçayı koparıp götürmüştü.
İlk kez o gün, “içimden bir parça”nın koparıldığını hissetmiştim.
ÖLÜRSE TENLER ÖLÜR!
Biliyorum; “ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil”!
O bu halkı aydınlatmak için uğraş vermişti.
Halk her ne kadar Nazım’ın dizeleştirdiği gibi
“Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf” olsa da, o halkın bir parçası olarak, Ona vefamızın göstergesi olsun diye adını, Ankara, Balgat, Türkocağı Caddesi'ndeki Spor Salonu'na verilmesi için her yolu denedim.
O tarihte Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nü yaptığım Çankaya Belediyesi Meclisi, “aydınlanma abidesi Kışlalı”nın öğrencisi olarak beni kırmadığı gibi aynı hislerle ve tereddütsüz o salona Ahmet Taner Kışlalı adını verdi.
Katileri kimlerin yönetip yönlendirdiğinin açığa çıkacağı ve hesabının sorulacağı o günü iple çekiyorum.
Anısına saygıyla.