Yüksel Işık yazdı | Devlet Bahçeli, Hasip Kaplan ve endaze!
Ev araması” sırasında buldukları kitaplara “delil” olarak el koymuşlar; taşımak için bir kamyonet bulmak zorunda kalmışlardı.
Aralarında Mehmet Emin Yurdakul’un “Ey Türk Uyan” kitabı da vardı; Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” da!
Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muassırlaşmak” kitabı da vardı; Kerim Sadi’nin “Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı” da!
Henüz 19 yaşında ve yaşadığı evde bir kamyonet dolusu kitap çıkmış ve sorgusunda “sosyalist” olduğunu söyleyen birinin “ilgi” çekeceği muhakkaktı; nitekim öyle oldu.
O günlerde en uzun gözaltı süresi bir hafta idi.
“Mal bulmuş mağribi” gibi üstüme çullanan işkenceciler, özel izin alıp, gözaltı süremi onbeş güne çıkartmışlardı; darbeyi de gözaltında karşılamıştım.
KANAATİ DELİL SAYMAK!
Tutuklanmam, darbeden bir hafta sonrasındadır.
Şimdiki kuşaklar bilmez ama davalarım, meşhur 141-142’den açılmış; erken başlayan yargılama süreci, ortada “delil” olmadığı için uzadıkça uzamıştı.
Savcının delil olarak sunduğu tek şey, bugün de pek çok davada örnekleri görüldüğü üzere, evimde çıkan kitapların fazlalığı ve 4. Kolordu ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın “kanaat notu”ndan ibaretti.
Ceza almama neden olan gerekçeler çok komikti ama mahkemelerden biri Sıkıyönetim Komutanlığı ile cebelleşmektense adil olmasa da bana ceza vermeyi seçmişti.
Neyse ki diğerinden aklanmıştım.
Artık sivil cezaevine nakil zamanlarımdı.
O sıralarda tutuklular için gece nöbetçi sistemi uygulanır; devrimci ya da ülkücü bütün tutuklular, ikişer saat arayla “koğuş nöbeti” tutarlardı.
Nöbet sırası kimde olursa olsun ben sabah erkenden kalkar, koğuşun on adımlık boşluğunda sessizce saatlerce adım atardım.
ÜLKÜCÜNÜN DAYAK YEMESİNE KARŞI ÇIKMAK!
Gene böyle bir gün ülkücü tutuklulardan birinin nöbet anında bizim için rutin ama ülkücüler açısından çarpıcı bir durum yaşandı.
Koğuş koridorlarında nöbet tutan er, muhtemelen can sıkıntısını gidermek için bizim koğuşun mazgalını açıp, nöbetçiden tekmil istedi.
Vakit, sabahın beşiydi ve bütün koğuş uyuyordu.
Nöbetçi ülkücü kısa tekmilini sessizce verdi.
Er, bu tekmili beğenmemiş olacak ki “uzat elini” dedi.
Mazgaldan uzatılan el, son hızla inecek olan “jop” ile mazgal demirinin arasında kalır ve çoğunlukla da kırılma riski yaşardı.
Biz devrimciler, bu uygulamanın bizleri aşağılamak maksadıyla yapıldığını belirtir, elimizi mazgaldan uzatmayı reddederdik; ülkücüler ise “devletin bir bildiği vardır” diyerek ellerini uzatırlardı.
ÜLKÜCÜYÜ ŞAŞIRTAN HAK TERAZİSİ!
Kahramanlık hikayesi olarak algınsın diye anlatmıyorum; hemen itiraz ettim.
Etmekle kalmadım, nöbetçi ülkücüyü geri çektim ve askerin karşısına geçip, “herkes uyuyor, gürültü olursa uyanırlar” dedim.
Çok öfkelendi, “o zaman sen uzat” dedi.
Uzatmadım; adımı söyleyip, sabah sayım sırasında ne istiyorsa yapabileceğini söyledim.
Çiller döneminde Başbakanlık Danışmanı olduğunu tesadüfen öğrendiğim “Ülkücü nöbetçi” şaşkındı.
Sabah olunca neler olduğunu tahmin edersiniz!
Uzun oldu ama meramımı anlatmak için gerekli bir girizgahtı.
Bizim farkımız, ister bize yapılsın ister başkasına ister aynı safta durduğumuzu varsaydıklarımız yapsın ister karşı saftakiler; her durum ve koşulda haksızlığa karşı durmuş olmamızdan gelir.
Erdoğan’ın, “milli şair” statüsünde kabul edilen Ziya Gökalp’e ait bir şiiri okuduğu gerekçesiyle hapse mahkum edildiğinde aklıma hem kendi yargılanma sürecim hem de “nöbetçi ülkücü” ile birlikte yaşadığımız yukarıdaki “macera” gelmişti.
Bir şiir okuduğu için hapis cezası almış olması, Türkiye’de var olduğu söylenen demokrasi adına kara mizahtı.
Anlaşılan o idi ki bütün o demokrasi söylemlerine rağmen 12 Eylül hukuku hala hakimdi.
O zaman da, 1912’de yazılmış ve Cumhuriyet’in kuruluşundan beri okullara tavsiye edilen yazarlar arasında yeri hiç değişmemiş Ziya Gökalp’in şiirini okuduğu için bir insana ceza verilmesine neden olan bu kara mizah durumunu eleştirmiştim.
Oysa Erdoğan’ı yargılamak için neden çoktu; örneğin bir dönem CHP İstanbul İl Başkanlığı da yapan ve Ukrayna’da geçirdiği trafik kazasıyla sonsuzluğa göçen Mehmet Bölük’ün de üç ayrı kitap haline getirdiği İBB iş ve işlemleri nedeniyle yargılanabilirdi.
Ama nedense “şiir”den yargılamışlardı.
Geriye dönüp bakıldığında, bu “tuhaf yargılama”nın da sonuçları bugüne uzanan bir anlamı varmış!
O “anlam” bir başka yazının konusu olsun ama nedense o zaman, Türkiye’nin dört bir yanını, fonda Erdoğan’ın fotoğrafının bulunduğu afişlerle donatmamışlardı.
KİM BU BOYUN EĞDİRMEK İSTEYENLER?
Ama bugün, kendisi muktedirken, üzerinde, “Boyun Eğdiremeyeceksiniz, Diz Çöktürtemeyeceksiniz, Başaramayacaksınız!” yazan afişlerle karşılaşıyoruz, her adımda.
Kim bunlar? Kim boyun eğdirmek, diz çöktürmek istiyor?
Trump mı? Merkel mi? Macron yahut Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı mı?
Eğer öyleyse bu afişlerin asılması gereken yerler Washington, Berlin ya da Dubai olması gerekmez mi?
Ama emin olun, AKP’nin en çok memnun oldukları, Bahçeli’yi yalnız bırakmayan Hasip Kaplan ile birlikte adı sayılan ülkelerin bu liderleri!
Zaten bu yüzdendir ki söz konusu afişler, her köşe bucakta karşımıza çıkıyor.
İlk bakışta anlamsız gelebilir ama öyle olmadığını biliyoruz.
Çünkü hedef, 2019 ve o hedefe varmak için uygulanmakta olan stratejinin temelinde “halkın ayrıştırılması” var.
İsteniliyor ki halk, meseleleri, sükunetle ele alamasın ve hızla ayrışsın!
“Devletin tepesi” böyle istiyorsa vardır bir bildiği diyerek “koşulsuz destek” veren “ülkücüler”in ise hala “fikrimiz iktidarda” söylemiyle avunmaktan haz aldığını görüyoruz.
Onların yetişmediği yerleri ise Hasip Kaplan gibileri “dolduruyor”.
Geriye kalanların ise ayrışmaya değil beraberliğe, kavgaya değil sükunete ihtiyacı var.
Elbette bu ülkede başkasına yapılan haksızlıklara “oh olsun” diyenler vardır ve hep olacaktır. Ancak bu ülkenin “sessiz çoğunluğunun” vicdanı var ve kendisine yapılmasını istemediği bir kötülüğün başkasına yapılmasına karşı sessiz kalması söz konusu olamaz; yeter ki gerçeği anlatabilecek sabır, azim ve kararlılıkta olalım.
Toplumsal meselelerde endazenin ölçüsü, vicdandır. Kime yapılırsa yapılsın, her haksızlığa karşı çıkmak; kim yaparsa yapsın her haksızlığın karşısında durmak insan olmanın birinci temel şartıdır.
Türkiye’nin geleceğine ancak böyle sahip çıkabiliriz.