Yüksel Işık yazdı | “Abdal ıslatan yağmuru” olmak!

Abone Ol
VEDADAN CUMHURİYETE! “Veda yüzyılı”nın son günlerinde ilan edilen 2. Meşrutiyet ve yeni bir başlangıcın simgesi olan Cumhuriyet, Türkiye’nin rotasını belirginleştiren tarihi hamleler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu süreç, çok sancılı bir süreçtir ve umarım bir daha yaşanmaz. O sancılı süreci “salah”a erdiren Kurtuluş Savaşı sonrası girilen yoldur; o yol, “Halife-Padişah”ların önünü kapatıp, “halkın kendini yönetecek temsilcileri seçmesi” esasına dayanan Cumhuriyet’in önünü açmıştır. Bugün “millet egemenliği”ne dayalı bu sistem ile mi yoksa “başkanlık rejimi” ile mi devam edileceğine ilişkin bir yol ayrımına gelmiş bulunuyoruz. Geldiğimiz yol ayrımının anlam ve önemini kavramak için Kurtuluş Savaşı sürecini iyi anlamak lazım. Çünkü o süreç, bir yanıyla emperyalist işgalcilere karşı yapılmış bir “yurt savunması” diğer yanıyla da Anadolu’nun yeniden kendisini bulma mücadelesidir. Bu mücadele, hiç kuşkusuz, halkın sürece doğrudan katılım mekanizmalarının yaratılmasına ve daha da önemlisi bu toprakların yetiştirdiği en tartışmasız liderin de zihinlere kazanılmasına vesile olmuştur. 93 Harbinden itibaren sürekli olarak “seferberlik hali” içinde olan halkın bıkkınlığına rağmen Kurtuluş Savaşına coşku içinde katılması, liderin zamanı ve zemini de dikkate alan söz söylem ve eylemi arasındaki uyumudur. Bağırıp çağırdığı bilinmez; yokluk yoksulluk içinde direnmeye çalışan Anadolu coğrafyasının neresinde olursa olsun, bulduğu her kürsüde yaptığı konuşmadan sonra istediği sonucu alması, bana Mevlana’nın “insanoğlu, dilinin altında gizlidir. Dil, can kapısının perdesidir” sözünü hatırlatır. ÜSLUP FARKI MI? Bu hatırlamanın ışığında günümüze gelirsek, dikkatimizi çeken iki şey var; bunlardan birincisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert ve üst perdeden üslubu, diğeriyse bu üslupla benzerlik gösteren Kılıçdaroğlu’nun kullandığı dildir. Cumhurbaşkanı İmam Hatip okumuş; muhtemelen hitabet dersi almış ve siyaset arenasına çıktığı günden beri hep aynı sert üslubu benimsemiş biri. Anlaşıldığı kadarıyla “siyaset senaryosu”nu da bu üslup üzerine kurmuş biri. Muhtemelen, “bu halk astığı astık, kestiği kestik adamdan hoşlanır” sözüne fazlasıyla inanmış olacak ki giderek dozajı kaçan bu üslubu kullanmayı sürdürüyor. Bu üslubun, iktidar açısından bir “çimento” görevi gördüğü; bu sayede taraftarlarının atomize olmasını önlediği anlaşılıyor. Tarihin cilvesine bakın ki karşısında ise siyaset sahnesine çıktığı anlarda sükunetiyle tanınan Kılıçdaroğlu var. Kılıçdaroğlu, başlangıçta Mevlana’nın, “sesini değil, sözünü yükseltmeli insan” sözünü doğrularcasına bir performans göstermişti. AKP’nin etkili pek çok isminin siyaset arenasının dışında kalmaları, Kılıçdaroğlu’nun “sözünün yüksekliği”nin sonucudur. Bu “söz yüksekliği”, AKP “surlarında” henüz gedik açmıştı ki Deniz Baykal bir kaset komplosu ile istifa ettirilmek zorunda bırakılmış; toplumun genel kanaatiyle de uyuşur bir biçimde CHP Genel Başkanlığına Kılıçdaroğlu getirilmişti. Yaratılan o “hava” ile CHP’nin yüzde 20’lere sabitlenen oy oranı, yüzde 25’lere kadar yükselmiş; eldeki veriler yükseliş trendinin devam edeceğini doğrular bir nitelik kazanmıştı. Aynı veriler, iktidarın da eline ulaşmış olacak ki o dönem Başbakan olan Erdoğan, hedefini iyice daraltıp, tek muarız olarak Kılıçdaroğlu’na yönelmişti. Bu yönelim, Kılıçdaroğlu’nun etnik kökenini küçümsemek, inancını meydanlarda yuhalatmak gibi kabul edilemez söylemlere kadar varmış; buna mukabil Kılıçdaroğlu, gösterdiği bütün çabaya, ortaya koyduğu bütün performansa rağmen CHP’nin oy oranını bir türlü yukarı çekemez hale gelmişti. HALK, ASTIĞI ASTIK LİDERLERDEN Mİ HOŞLANIR? Her ne olduysa o andan sonra oldu ve Kılıçdaroğlu, kendisi olmaktan vazgeçip, “bu halk astığı astık, kestiği kestik liderlerden hoşlanır” illüzyonuna inanır hale geldi. Takındığı sert tutuma rağmen başvurduğu atasözleri ve deyimlerden ürettiği tekerlemelerle siyaset arenasındaki ciddiyetini kaybetmiş Bahçeli’yi ve tam doğmak üzereyken PKK’nın kabuğundan çıkmasına izin vermediği Demirtaş’ı bir yana bırakırsak, o gün bugündür, biri Erdoğan, diğeri de Erdoğan’a özendirilen iki üslup arasına sıkışmış bir Türkiye siyaseti ile karşı karşıyayız. Erdoğan bağırdıkça Kılıçdaroğlu da bağırıyor; Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na ağza alınmayacak sözler söyledikçe Kılıçdaroğlu da aynı üslupla karşılık vermek için canhıraş bir çaba içinde. Erdoğan’ın elinde, bu üslubunun kendisine oy veren seçmen kitlesi için bir “çimento görevi” gördüğüne ilişkin kamuoyu araştırmaları olduğunu tahmin etmek güç değil. Erdoğan’ın muhtemel yönelimi, ortada duran seçmeni ikna etmek üzerine kuruludur. Zira seçmenin aldığı tutum ne kadar tahkim edilirse o kadar doğru sonuç elde edilecektir. Batılıların, buna “get out the vote”, kısaca GOTV dediklerini daha önce yazmıştım. Ortadaki seçmenin iknası, siyasette kazananı da belirler. Dolayısıyla onları ikna etmek için “bir yol bulmak ya da bir yol açmak”, muhalefetin sorumluluğundadır. Adalet yürüyüşü, Adalet Kurultayı, Man Adası belgeleri gibi ara sıra sükunet üzerine kurulu bir çıkışın kapısını aralasa da muhalefet de, kendisini, hançeresini yırtarcasına bağırmanın “cazibesi”ne kaptırmış durumda. “ABDAL ISLATAN” OLMAK! “Sakin güç” olarak tanınan ve Mevlana’nın tabiriyle “sesinin değil sözünün yüksekliği” ile zihinlerde yer edinen Kılıçdaroğlu, nasıl oldu da hançeresi yırtılırcasına bağırıp çağıran biri haline geldi? Acaba bu üslup değişimin nedeni, yaptırmış olduğu üslup araştırması mıdır ve eğer varsa yaptırdığı araştırmadan, tıpkı Erdoğan’ınkine benzer sonuçlar mı çıkmıştır ki Kılıçdaroğlu da aynı dili kullanmakta ısrar ediyor? Hele hele zaman zaman kullandığı “Sevgili Erdoğan, bu kardeşin seni aldatmaz” sözü tam bir iletişim faciası. Bu üslup, iki nedenden dolayı sorunludur; birincisi “Erdoğan iyi, çevresi kötü” şeklinde özetlenecek olan subliminal mesajın doğruluğunu tahkim etmekte ve böylece muhalif söylemi etkisizleştirmektedir. İkincisi ise böyle bir benzetmeyi aklından geçirmese de, alternatif siyaseti, bir “danışman” derekesine düşürmektedir. Oysa muhalefetin görevi, halkın aldatılmasını önleyecek “toplumsal bilinç dönüşümü”nü sağlamak ve epeyce yıpratılmış olan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletini yeniden inşa etmektir. Mevlana’nın yukarıya aktardığım sözünün devamı şöyle; “gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yaşatan”. Göğün gürleyip yağmaması “yapraklar”ı kurutmak üzeredir ve bu tehlike, Türkiye’nin, yeni bir “veda çağı”nı yaşama riskini barındırmaktadır. Bu riskle baş etmenin yolu, “abdal ıslatan” yağmurlarına dönüşmekten geçer. Malum, “abdal ıslatan yağmurları”, baharda yağar ve bolluğu ve bereketi simgelediği için abdallar da bu yağmurda özellikle ıslanmak isterler.