Savaştan 17 sene sonra dünyanın tek süper gücü Nazi İmparatorluğuydu, her yerde Hitler’in fotoğrafları vardı, gamalı haçlar dalgalanıyordu New York sokaklarında ve kollarında pazıbentleriyle yürüyordu memurlar. 1962’de Marilyn Monroe ölmedi. Hatta Marilyn Monroe diye biri hiç varolmadı. Amerika Birleşik Devletleri diye bir yer de yoktu. İkinci Dünya Savaşı’nı Mihver kazanmış ve Amerika kıtasını ikiye bölmüştü çünkü. Doğuyu işgal eden Büyük Nazi İmparatorluğu başkentini New York olarak seçmişti, Japon Pasifik Devletleri’nin başkentiyse San Fransisco’ydu, aralarında da “Tarafsız Bölge” dedikleri ince bir hat bırakmışlardı. Hitler’in sığınağında intihar ettiği palavraydı, savaşı Müttefiklerin kazandığı da. Üstelik Naziler atom bombasını Washington’a attıktan sonra bellerini doğrultamamıştı Amerikalılar. Teslim oldular. Hitler biraz rahatsızsa da imparatorluğun başındaydı, halkının sevgili Führer’i, hayallerindeki şehri Speer’le birlikte inşa etmişti, Reich Müzesi açılmıştı, faşizme doğan aryan gençler mutlulukla okula başlıyor, kız olsun oğlan olsun hepsi hayallerindeki küçük askerlere dönüşüyor, izci kamplarına gidiyor, adanmış birer faşist olarak yetişiyorlardı. Düzen kurulmuştu, her şey tıkır tıkır işliyordu. Kronik rahatsızlığı olanları, engellileri ve sakatları yakma günü salılarıydı mesela, kül yağmurları yağardı. Zyklon-D’ye geçmişlerdi. YA FAŞİSTLER KAZANSAYDI Savaştan 17 sene sonra dünyanın tek süper gücü Nazi İmparatorluğuydu, her yerde Hitler’in fotoğrafları vardı, gamalı haçlar dalgalanıyordu New York sokaklarında ve kollarında pazıbentleriyle yürüyordu memurlar. Teknolojik gelişmelere büyük yatırım yapan Nazi Almanyası, Japon devletine karşı büyük bir üstünlük elde etmişti ve Berlin’de yeni bir savaş isteyenler çoğunluktaydı. Son bir savaş istiyorlardı. Bütün savaşları bitirecek savaş olacaktı bu. Himmler, Göring, Goebbels, Bormann, Heydrich… Hepsine tek başına direniyordu Hitler, barışın teminatıydı adeta, 1962 yılında, üst düzey Nazilerin hepsi savaş isterken barışta ısrar eden bir tek oydu. Bir tek, “Yüksek Şatodaki Adam” diye bilinen Hawthorne Abendsen’daki filmler başka türlü bir hakikatin varlığını gösteriyordu. Ama o da saklanmak zorundaydı, “direnişin manevi babası”, sürekli aranıyordu. Militarist yaşam kültürü kıtanın iki yanına da hakimdi. Japonların da bu hususta Nazilerden geri kalır yanı yoktu.
Ama Yüksek Şatodaki Adam tam bir bilimkurgu da değil, ya böyle olsaydı diye soruyor, Kurosawa’nın Rashomon’da yaptığına benzer bir şekilde insanı hakikatin peşine düşüyor.
Kıtanın bir yanında SS birlikleri terör estirirken diğer tarafta Kempeitai hüküm sürüyordu, halka acımasızca davranıyor, saldırıyor, işkence ediyor, kaba dayaktan geçiriyor ve olur da içlerinden biri öldürülürse, sivil halktan on kişiyi kurşuna diziyorlardı misilleme olarak. Sonra, etrafındakiler Hitler’e bir suikast düzenledi; sonra, darbecilerin komplosu açığa çıktı, bu kez onlar kodesi boyladı ve en nihayetinde bütün bu olan bitenden sonra, yeni Führer makamına geçti. Ve Nazi İmparatorluğu’nun kıtalararası topraklarında aynı selam duyulmaya başlandı: “Heil Himmler!” Himmler’in sonunu John Smith getirecek, ama Nazizm bu büyük isimlere rağmen bitmeyecek. BİR ROMAN UYARLAMASI Yüksek Şatodaki Adam, kırk bölümlük bir dizi, Philip Dick’in aynı adlı romanından uyarlanmış. Bazı eleştirmenlere göre “yazılmış en iyi bilimkurgu romanı”. Benim bilimkurguyla uzun uzadıya bir alışverişim hiç olmadı, pek sevdiğim bir tür olduğunu da söyleyemeyeceğim. Ama Yüksek Şatodaki Adam tam bir bilimkurgu da değil, ya böyle olsaydı diye soruyor, Kurosawa’nın Rashomon’da yaptığına benzer bir şekilde insanı hakikatin peşine düşüyor. Himmler başa geçtikten sonra artık Japonya savaşının çok yaklaştığını herkes bilmektedir. Durdurmak için mücadele edenler varsa da birkaç sene içinde savaşın çıkacağı mukadderdir. Japonya’yı dize getirecekleri de kesin gibidir. Aralarındaki güç farkı yıldan yıla Almanlar lehine değişmiştir. Paralel evrenlerin varlığı, orada bizim bugün yaşadığımız hayatın gösterilmesi, Amerika’nın müreffeh bir özgürlük yurdu olması gibi klişeler bana uzak ama bu dizi birçok şeyi düşünmemizi sağlıyor. Martin Heusmann adlı bir karakter var, komplocu, muhteris bir üst düzey Nazi. Gözü, Hitler’in koltuğunda. Müthiş çekişmeler ve hesaplaşmalar; devrim burada da kendi çocuklarını yemekten vazgeçmiyor. En yakın silah arkadaşları birbirine düşüyor. Almanlar, bazı Amerikalı subayları da bünyelerine katarak yerelleşmiş ve büyümüşler. John Smith, Nazilerin Amerika’daki bir numaralı temsilcisi haline geliyor, rütbeleri yükseldikçe yükseliyor. Ama John’un silik oğlu Thomas bence en akılda kalıcı karakterlerin başında geliyor. John, Hitler Gençliği’ne kendini adamış, izci kıyafetlerini, üniformasını üstünden çıkarmayan, bir “faşist insan” olarak yetiştirir kendini.
Dünyayı yönetecek üstün ırkı yaratma çabası kadar manasız, boş, sadece kan emen bir iş sanırım olamaz.
Samimiyetle inanmıştır faşizmin değerlerine. Ve bir gün babasının herkesten sakladığı kronik hastalığını öğrenir. Kronik hastalar da ırkın aryanlığını bozacağı için öldürülüp yakılacaklar arasındadır. Bu durumla yüzleşir, imanlı bir faşist olarak ne yapması gerektiğini düşünür ve varlığını topluma armağan etmekte bir an olsun tereddüt etmez. Ailesinden gizli kendini ihbar eder. Kolluk kuvveti, Almanya’nın Amerika’daki 1 numarasının evine geldiğinde tevekkülle karşılar onları ailesinin aksine. John’un faşizme olan inancının oğlunun ölüme yürüdüğü anda yok olduğunu görürüz. Başkalarının çocuklarına karşı merhametsiz kuralları asla esnetmeyen John iş oğluna geldiğinde her şeyi yapmaya hazır baba haline gelir. Dünyayı yönetecek üstün ırkı yaratma çabası kadar manasız, boş, sadece kan emen bir iş sanırım olamaz. Oysa, dizinin başrol oyuncuları Juliana Crain’le Joe Blake’in Himmler’in “Lebensborn” programından doğan bebekler olduğunu öğreniyoruz. Aryanların en aryanlarının damızlık olarak yetiştirildiği ve o beklenen yüksek, faşist ırkı yaratmak için üredikleri programın bebekleri… Lebensborn çocukların çocukları, onların çocukları… Derken o tamamen saf ırka ulaşmak. Bunun için on milyonlarca insanın, binlerce kültürün, dilin, sanat eserinin, her şeyin yok edilmesi için çalışmak… Bir ömrü bu manyaklığın peşinde geçirdiler, bereket beceremediler ama bugün hâlâ dünyanın hemen her coğrafyasında benzer arzuları paylaşanlar var. Irklarıyla, dinleriyle, milletleriyle, mezhepleriyle övünüyor insanlar. Damarlarındaki kanın asaletine, milletlerinin en iyisi olduğuna, en yüksek değerleri benimsediklerine inanıyorlar. Bazen durup ya onların isteği gerçekleşseydi diye geçiriyorum içimden… Sonra etrafıma bakıyorum, sonra dünyaya, liderlere, savaşlara, yaşananlara… Her şeyden uzaklaşmak için bir Marilyn Monroe filmi seyretmeye karar veriyorum. Öldüğünde sadece otuz altı yaşındaydı. Ve ilk kadehi Marilyn’in geride bıraktıklarına kaldırıyorum.