Loading...
Sorun bireysel değil kitlesel ahlakın tanımından kaynaklanmaktadır. Ranta ve kamu kaynaklarına bağlı bir yaratılan sınıftan nasıl bir kültürel iktidar beklenir anlamak da mümkün değildir.İslamcılık, çökmekte olan bir imparatorluğun beka ideolojisiydi. Ayrıca o dönemde Said Halim ve Mizancı Murat gibi tamamen batıda eğitim alan ana dili Fransızca olan aydın yöneticiler, İslamcılığa derinlik de katıyorlardı. Bu aydın yöneticiler, modernitenin köklü eleştirilerini batıdaki gelenekçi akımdan da etkilenip felsefi yaklaşımla yapabiliyorlardı. Bugünkü sığ Siyasal İslamcılara baktığımızda, bu aydın devlet adamları ideolojilerine çok daha nitelikli entelektüel kılıflar da giydirebiliyorlardı. Bir bakıma Siyasal İslamcılık sınıfsal ve popülist bir hareketle, devleti ele geçirme ideolojik cereyanı olarak, İslamcılık ise bir imparatorluğun beka ideolojisi olarak var olmuştu. Belirttiğimiz gibi Siyasal İslam ise ulus devlet dönemi ve ideolojiler çağında köktenci bir ideoloji yaratarak ezilen bir sınıfın tepkisel iktidarını örgütlüyordu. Özellikle, Türkiye dışındaki Siyasal İslamcıların Lübnan, Basra, Mısır’dan tutun Pakistan’a, eğitim olarak da El Ehzer’den, Asya medreselerine uzanan, Şii’lik ile de karışık bir yeni bir oluşumu vardı. Bazen köktenci ve Osmanlı karşıtıydılar bazen de Sosyalizm ve Liberalizm’den etkilenmişlerdi. Modern döneme aittiler. Yöntemde pragmatisttiler. Teorisyenleri vardı ancak filozofları hiç yoktu. Türkiye’deki orta yolcu Millî Görüş hareketi ise devletle hep barışık olmaya dikkat etti. Devleti Osmanlı İslamcılığı ile gerçek bekasını sağlayacağına iknaya çalıştı. Öyle ki M. Kemal Atatürk’ü bile bu denkleme, tarihi geçmişte siyaseten görünürde dahil etmeye çalıştı. Ancak söz konusu uluslararası İslamcı hareketlerle de Millî Görüşün iletişimi vardı. Bu bazen devlet ve uluslararası aktörler için de cazip bir şeydi. Hareket adeta Abdülhamit ve Sait Halim paşanın İslamcı derinlikli devlet siyasetini Millî Görüş ideolojisi adı altında yerli ve milli Türk tipi bir Siyasal İslam ideolojisine kodifiye etmeye çalışıyordu. Hareketin devlet ile bir sorunu kalmadığını gören mahalle de şeksiz ve şüphesiz artık bu yeni siyasetin arkasında saf tutmaya başlamıştı. SİYASAL İSLAMCILIK VE YOLSUZLUK “Din güzel ahlaktır” Hz. Muhammet (a.s) Tarihsel ezilmişlik ve mağdurluğa kitlenen mahalle için İslamcılardan oluşan yeni üst sınıf ve alt sınıf ayrımı önemsizdi. Kimlik esaslı üst sınıf yolsuzluğu, bir bakıma kamudan servet transferi yaparak yeni siyasi kimliğin güçlenme aracıydı. Ezilenler, Cumhuriyet elitleriyle hiçbir zaman ulaşamayacakları lüksü kendilerine benzeyenlerin ezerek kullanmalarını bir özdeşim ile seyrediyordu. Sırf Türkiye değil, Malezya, Endonezya, Filistin veya Tunus gibi batıya açık İslam ülkelerinde sistematik bir yolsuzluk problemi daha sıkça kendini açığa vurmakta. Hatta Mısır’da merhum Mursi dönemi bile benzer şayialarla anılmakta. Malezya eski başbakanı veya Endonezya, eski devlet başkanları bir şekilde tasfiye edildiler. Belki de özel durum olarak bu tasfiyeleri sistematik bir yolsuzluğun parçası olarak da görmeyebiliriz.
Dünyanın sermayesini ele geçiren Müslüman para ve iktidar sahiplerinin, başta kendi ülkelerine ve dünyaya neleri verebildikleri, hamaset ile motive olabilen mahallelerin gözünden kaçabilse de evrensel vicdanın dikkatinden kaçmayacaktır.Ancak bilinen İslam ülkelerinde sistematik yolsuzluğun yargılanma güçlüğünü, Rusya örneği ile özdeşleştirebiliriz. Zira Rusya’da merkezde lider, devlet ve oligarklar iç içedir. Kuvvetlerin ayrılığı değil birliği mevcuttur. Para tamamen siyasidir. Gerektiği zaman el değiştirebilir. Kimin üst düzey zengin olup olamayacağına devlet-lider karar vermektedir. Bugün Siyasal İslamcılık, ülkemiz ve İslam dünyasında gerek ülke ve gerekse uluslararası elitlerine karşı, mazlumların kimlik ve sınıfsal mücadelesi olarak cereyan etmektedir. Şiiliğin Takiye veya Makyavel’in yöntemleri uyarlanarak Siyasal İslam anlayışı, ideoloji kılıfı altında bir sınıfsal iktidar mücadelesinin adı olmuştur. Fikri ve felsefi derinliği olmayan bir hareketten kurallı bir kitlesel etik ve vicdan da beklemek zordur. Sorun bireysel değil kitlesel ahlakın tanımından kaynaklanmaktadır. Ranta ve kamu kaynaklarına bağlı bir yaratılan sınıftan nasıl bir kültürel iktidar beklenir anlamak da mümkün değildir. SONUÇ YERİNE Endülüs, Bağdat veya Horasan Rönesansı karşı aydınlanmasından 400 yıldır mahrum bırakılan Müslüman halklar için bir ahlak ve vicdan felsefesi oluşamamıştır. Din sadece Kelam ve Fıkhın kutsal halife-devlet anlayışıyla sınırlanmıştır. Siyasal İslam kendini, sadece Jakoben elitist laiklere karşı bir var oluş kavgası ve iktidar mücadelesinin kahraman aktörü olarak görmüştür. Bu mücadelenin temel yakıt da ahlak felsefesi değil ancak para-sermaye olmuştur. Sistematik yolsuzluk zaman zaman var olma mücadelesinin bir parçası olmasına karşın, kendilerince hırsızlık ile kesin ayrışmaktalar. Hırsızlığın ise ancak bireysel bir suç olarak ve yoksullar için haram kabul edildiği izlenimi vermekteler. Ortadoğu veya Uzakdoğu da dünyanın sermayesini ele geçiren Müslüman para ve iktidar sahiplerinin, başta kendi ülkelerine ve dünyaya neleri verebildikleri, hamaset ile motive olabilen mahallelerin gözünden kaçabilse de evrensel vicdanın dikkatinden kaçmayacaktır. Bir zamanlar Tansu Çiller’in meşhur gaflarından biri olan” Cenabı Allah’ı size emanet ediyorum” sözü çok konuşulurdu. Bugün de mütedeyyin mahalle adeta bir yanılsatma ile din ve Allah’ı siyasete emanet etmiş izlenimi vermekte. Bırakalım din Allah’a emanet olsun.