Yetti mi artık?

Abone Ol
CHP, AKP ile sandıkta mücadele etmek yerine, Sezer'in vetoları ve AYM arkasına saklanarak siyaset yapmaya alışmıştı. Örneğin 367 kararı ne hukuki ne de demokratik normlarla açıklanamazdı. YAE’cilerin teşhisleri kısmen doğru olmakla birlikte, çözüm önerileri hatalıydı. Fakat sanırım YAE'cilerin en büyük ayıbı “Hayır”cıların tamamını askeri vesayeti savunmakla suçlamalarıydı. Böylece kamuoyu tartışmalarında ahlaki üst noktayı kaptılar ve karşılarındaki gruba aşağılayıcı sıfatlar yakıştırarak onları gayri-meşru hale getirmeye çalıştılar. YAE'cilik sanki Türkiye'nin demokratikleşmesine verilmiş basit bir onay gibi sunuluyor. Bugün YAE'cilerden artık iktidarın gemisinden inmiş olanlar senelerce rejime verdikleri desteğin ve kariyerlerinde nasıl hızlıca yükseldiklerinin gündeme gelmesini istemiyorlar. Geçen hafta Paris'te düzenlenen bir panelde, 2010 yılında gerçekleşen anayasa referandumu sürecinde yürütülen “Yetmez Ama Evet” (YAE) kampanyasıyla özdeşleşen birkaç aydının kendilerine bu konuda yöneltilen soruya verdikleri özensiz cevaplar kamuoyunda YAE kampanyasına dair tartışmaları tekrardan başlattı.[1] Referandumun üzerinden 11 sene geçmesine rağmen hâlâ bu olayın konuşulmasını manasız bulanlar olabilir. Kendi adıma 2010 referandumundan ziyade YAE'ciliği yaratan düşünce ikliminin analiz edilmesinin ve o dönem “Evet” oyu için ortaya konulan iddiaların eleştirilmesinin Türkiye'de demokrasiyi yeniden inşa etmek için faydalı ve hatta gerekli bir çaba olduğunu düşünenlerdenim. ESKİ REJİMİN HATALARI 2016 yılında meslektaşım Şebnem Gümüşçü ile birlikte kaleme aldığımız makalede işaret ettiğimiz üzere, 2000'li yıllarda Türkiye demokrasisinin ciddi eksikleri vardı.[2] Öncelikle ana muhalefet partisi CHP, AKP ile seçmen desteğine dayanarak mücadele etmek yerine, Cumhurbaşkanı Sezer'in sıklıkla kullandığı vetosu ve Anayasa Mahkemesi'nin müdahaleci kararları arkasına saklanarak siyaset yapmaya alışmıştı. Ayrıca ordunun üst kademesi o yıllarda AKP iktidarının iç siyaset ve dış politikada takip ettiği politikaları demokratik bir sistemde asla kabul edilemeyecek şekilde alenen eleştirme ve hatta sabote etme yolunu seçmişti. AKP'nin ilk dönemindeki politikalarını da desteklemeyen birisi olmakla birlikte serbest ve adil seçimleri kazanarak iktidara gelmiş bir partiye yapılan bu müdahalelerin demokratik sistemin sınırlarını oldukça zorladığını reddetmiyorum. İlaveten, bu müdahaleler sadece İslamcı olduğu düşünülen iktidarın elini kolunu bağlamayı değil, aynı zamanda ulusalcı bir bakış açısıyla ülkeyi Avrupa Birliği'ne yaklaştıracak hamlelere de tepki anlamı taşıyordu. 1960’ların sonundan beri yükselişte olan ama yakın zamana kadar siyasi alanın çeperinde olan İslamcı hareketin yüzde 34 oy oranına karşın parlamentoda neredeyse üçte iki çoğunluk sağlamasının dönemin seküler aktörleri (Cumhurbaşkanı Sezer, yargı ve ordu üst kademesi, CHP yönetimi) üzerinde yarattığı şok ve panik hali 2002-2007 arasında takip edilen bu politikaları şekillendirdi. Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı gibi ne hukuki ne de demokratik normlarla açıklanamayacak bir yol seçildi. Bu izlenen yol demokratik olmadığı gibi kendi yürüttükleri siyaset açısından akıllıca da değildi. Tepeden müdahaleler yerine CHP o dönem AKP içindeki ılımlı isimlerle diyalog şansını zorlasa, Erdoğan'a milletvekili yolunu açarken yüzde 10 barajını düşürmenin yolunu arasa ve AB sürecinde ortaya çıkan demokratikleşme çıpasıyla Erdoğan'ı dengelemeye çalışsa sanırım sonuç çok daha farklı olabilirdi. Hikayenin buraya kadar olan kısmında YAE’cilerin getirdikleri eleştirileri ciddiye almak mümkün. Peki o zaman YAE'ciler nerede hata yaptı? Öncelikle iki noktayı göz ardı ettiler. Türkiye demokrasisi 2002-2008 arasındaki tüm müdahalelere karşın ayakta kalmış ve o mücadele sonrası AKP'nin iktidarı güçlenmişti. 367 kararına tepki olarak 2007'de erken seçim kararı alan AKP ekonomik tablonun da yarattığı olumlu havayla oy oranını arttırarak tek başına iktidarını sürdürmüştü. AKP'ye yönelik Anayasa Mahkemesi’nde açılan davadan kapatma kararı çıkmamıştı. 2007 yılında Çankaya Köşkü’ne Abdullah Gül çıkmıştı ve Sezer'in aksine neredeyse iktidarın yolladığı her atama kararnamesini onaylıyordu. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ AKP'ye yakın bir isim olmamasına karşın kendinden önceki bazı Genelkurmay Başkanları gibi iktidara karşı çıkmıyordu. Nitekim 2007-2011 arası dönem Gülen hareketiyle birlikte AKP iktidarının bürokrasi içinde büyük oranda kadrolaştığı ve gözünü yargıyla ordunun üst kademelerine diktiği dönem oldu. 2010 yılına gelindiğinde artık  AKP hayli güçlü bir pozisyondaydı ve zayıflattığı vesayetçi demokrasiyi liberal demokrasiye yöneltmek için adımlar atabilirdi. Ancak atmadı. İktidarının ikinci döneminde Ergun Özbudun'un başında olduğu akademisyen grubuna hazırlatılan anayasa taslağını kenara atması aslında AKP'nin demokratikleşme konusunu sadece yargının şekillenmesiyle ve başörtüsü sorununun çözülmesiyle sınırlı tuttuğunu göstermişti. Örneğin, ne Kürtlerin, ne de Alevilerin taleplerini karşılamaya yönelik ciddi bir hamle yapılmadı. YETMEZ AMA EVETÇİLERİN BÜYÜK YANILGISI İşte YAE'ciler tarihi yanılgısı burada başlıyor. Türkiye'de demokrasinin çöküşünü tarihsel olarak yalnızca askeri vesayete yıktıkları için önceki dönemlerde seçim yoluyla iktidara gelen sağ partilerin de adım adım otoriter rejim inşa ettiklerini göz ardı ettiler. Halbuki, mesela Demokrat Parti hükümeti askeri vesayet olmamasına karşın parlamentoda muhalefeti sindirmekten, yargıyı kontrolüne almaktan, kendisine sağdan muhalefet yapan Osman Bölükbaşı'nı hapse atmaktan, basını sansürlemekten, protesto yürüyüşleri yapan üniversite öğrencileri çok sert müdahalelerde bulunmaktan ve Tahkikat Komisyonu aracılığıyla CHP'yi kapatmaya çalışmaktan çekinmedi. DP sonrasındaki sağcı hükümetler böyle bir güce ulaşamadılar. Ama devlet kademelerinde kadrolaşma, muhalefeti kriminalize etme, yandaş kesimlere kaynak dağıtma, basını kontrol etme, üniversiteler üzerinde baskı kurma yöntemleri aracılığıyla siyasi oyun alanını iktidar lehine değiştirdiler. Aslında seçim kazandıktan sonra bir daha serbest ve adil seçim yapmaya imkan vermeyen, milli iradeyi çoğunluğun görüşünü toplumun geri kalanına dayatmak olarak gören bir yönetim sergilediler. Dolayısıyla, Türkiye demokrasisi sadece ordu eliyle değil, sivil hükümetler eliyle de çökmüştü. AKP'nin de bu yola girdiği aslında ikinci döneminin başında açıkça belli olmuştu. Bu yazdıklarım bazılarına niyet okuma gibi gelebilir. Ama özellikle 2007-2010 yılları arasındaki siyasi gelişmelere vakıf bir aydının gidişatın ne yöne olduğunu görememesi bence çok düşük bir ihtimal. Mesela AKP hükümeti daha 2007 gibi erken bir tarihte Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak'ın CEO'su olduğu Çalık Holding'in Sabah ve ATV'yi Ciner Holding'den bir operasyonla devralmasını sağlamış ve bu işlem için devlet bankalarından çok uygun koşullarda düşük faizli kredi temin etmişti. İktidarın basını şekillendirmeye çalıştığı ve başta Zaman ve Taraf olmak üzere bazı gazeteleri AKP’ye muhalif kişileri itibarsızlaştırmak için kullandığına dair ciddi işaretler vardı. Zinanın suç sayılması ve içkinin kırmızı bölgelerde içilmesi için iktidar kanadından gelen öneriler kültürel anlamda seküler kesimi ileride neyin beklediğinin habercisiydi. İktidarın toplumsal eylemlere karşı ne kadar hoşgörüsüz olabileceğini Gezi'den çok önce 2009 Tekel protestolarını Ankara'nın göbeğinde polis aracılığıyla bastırmasında görmüştük. Tabii ki, AKP’nin ilk döneminde Avrupa Birliği ile müzakereleri başlatmak için atılan demokratikleşme hamlelerini gözardı etmemeliyiz. Fakat bu alanda da aslında 2006 yılından sonra hızını yitirmiş ve olumlu adım atamayan bir iktidar vardı. Özellikle 2007 seçimlerinden sonra demokratikleşme alanında yaşanan gelişmeler ağırlıklı olarak ordu ile yürütülen mücadeleye sıkıştı. O dönem askeri vesayetle mücadele yöntemi olarak YAE’ci çevrelerin hararetle desteklediği Balyoz ve Ergenekon davalarında düzmece delil toplandığının, hukuksuz alınan ses kayıtlarının basına servis edildiğinin ve sabaha karşı evi basılan muhaliflerin terörize edilmesinin üzerinde durulmadı. Ordunun önceki tarihlerde darbe yapmış olması muvazzaf subayların hukuka aykırı ve insanlık dışı muamele içeren yargılamalara tutulmasını hiçbir koşulda haklı çıkarmazdı. Zaten o davalarda sadece askerler değil, gazeteciler, yazarlar, iş insanları, sivil toplum kesiminden isimler de yargılandı. Kanser hastası Türkan Saylan'ın evinin bir medya ordusuyla birlikte basılmasındaki gaddarlık, kindarlık ve bugünkü tabirle "rövanşizm" de kasıtlı olarak göz ardı edildi. Hadi bunlar yetmedi diyelim. Acaba Fettullah Gülen'in bu referandumda ölüleri bile mezardan kaldırıp  'Evet' oyu kullandırmak lazım ifadesi akıllara neden şüphe düşürmedi? O dönem AKP'sinin monolitik bir yapı olduğunu iddia etmiyorum. O dönem iktidar partisi içinde farklı kanatlar mevcuttu ve hâlâ partiyi muhafazakar demokrat çizgiye çekmek isteyenler vardı. Fakat dönemin Başbakanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın ne mizaç ne de siyasi görüş olarak bu çizgide olmadığı yaptığı açıklamalardan görülüyordu. Benzer bir durum hiçbir liberal unsura sahip olmayan ve senelerdir bürokrasi, ordu ve yargıda örgütlenmeye çalışan Gülen hareketi açısından da geçerliydi. Dolayısıyla en yapılmaması gereken hamle o dönem zaten elinde büyük güç bulunan iktidar elitlerine yargıyı şekillendirme yetkisi vermekti. 2010 referandumunda oylanan anayasa değişiklikleri bu iki aktörün önünü açmak için yapılmıştı ve sandıktan “Evet” çıkması Türkiye demokrasisinin tabutuna çakılan bir başka çivi oldu. Dolayısıyla, hem referanduma giden yolda “Evet” kampanyasının fikri temelleri hem destek verdikleri siyasi elitlerin tavrı hem de o dönemki siyasi gelişmeler anayasaya değişikliklerinden demokratikleşme sonucunun çıkmayacağını gösteriyordu. Yine de göremeyenler 2010 referandum kampanyasını dikkatli şekilde takip etseler bile bu hatadan kurtulabilirlerdi. 2010 referandumunda Erdoğan, bugün bile detayları hükümet tarafından ortaya çıkarılmamış kaset kumpası sonucu istifa etmek durumunda kalan Deniz Baykal yerine CHP'ye Genel Başkanı olmuş Kemal Kılıçdaroğlu'nun Alevi olmasını kullanarak dışlayıcı bir kampanya yürüttü. Kendi tabanındaki Alevi düşmanlığını körükledi; Kılıçdaroğlu'nu meydanlarda yuhalattı ve yargıda kadrolaşan Alevi savcı ve hakimlerin temizleneceğine dair sözler verdi. Yine aynı dönemde İlhan Cihaner'in Gülenci bir polis operasyonuyla nasıl hapse atıldığını izleyenler için bu tehditlerin anlamı son derece açıktı. Öte yandan YAE'ciler kampanyalarını ağırlıklı olarak eski düzenin kötülüğü üzerine kurdular. Evet, 2010 öncesi sistemin vesayetçi öğeleri vardı fakat bu referandumda oylanacak maddelerin AKP iktidarında neden iyileşme sağlayacağı anlatılmadı. Daha da önemlisi referandumda oylanacak maddelerden yargıyı düzenlemeyi hedefleyen 3 madde dışında kalanlara CHP destek vermesine karşın AKP'nin neden CHP’nin desteklediği maddeleri TBMM’de yasalaştırmak yerine referanduma götürdüğü, üstelik referandumda maddelerin tek tek değil farklı maddelerin bir paket olarak oylattığı da kesinlikle sorgulanmadı. Bütün bunlar yerine kamuoyunun önüne 12 Eylül düzeninin çökeceğine dair bir anlatı sunuldu. Erdoğan gibi 12 Eylül darbecilerinin yarı-resmi ideolojisi Türk-İslam sentezinin ideologlarına yakın, ekonomik modeline destek veren ve 2010 yılına kadar o döneme dair eleştirisi olmayan birinin bunu nasıl başaracağı üzerineyse kafa yorulmadı. Fakat sanırım YAE'cilerin en büyük ayıbı “Hayır” cephesinin tamamını 12 Eylül'cü olmakla, askeri vesayeti savunmakla suçlamalarıydı. Böylece kamuoyu tartışmalarında ahlaki üst noktayı kaptılar ve karşılarındaki gruba aşağılayıcı sıfatlar yakıştırarak onları gayri-meşru hale getirmeye çalıştılar. YAE'cilerin tek tip bir grup olduğunu düşünmüyorum. İçlerinde samimi demokrasi özlemi duyanlar da vardı ve zaten bu isimlerin çoğu sonraki senelerde “Evet” oyu verdikleri için pişmanlıklarını belirttiler. Böyle bir itirafta bulunmayanların da çoğu en azından kamuoyunda bu konuda konuşmuyorlar. Fakat tüm bu yaşananlardan sonra bugün olsa yine “Evet” vereceğini söyleyenler de var. 2010 referandumundan sonra Türkiye'nin ne kadar otoriterleştiği belli olmasına karşın hâlâ aynı yoldan geçmeyi savunan kişilerin bu yaklaşımını ancak iki nedenden biriyle açıklayabilirim: Cumhuriyet kurumlarına olan hınçları İslamcı otoriter rejim altında yaşamak hoşnutsuzluğundan büyük olmak veya hata yaptıklarını kabul etmeyecek kadar kibirli olmak. Demokratik Merkez Kurma İhtiyacı Ne yazık ki, referandumun üzerinden 11 sene geçtikten sonra günümüzde yapılan YAE tartışmaları yukarıda yazdığım olaylardan bağımsız yürüyor. YAE'cilik sanki Türkiye'nin demokratikleşmesine verilmiş basit bir onay gibi sunuluyor. Öte yandan YAE'ci isimlerin çoğunun 2010 kampanyasındaki büyük hizmetlerinden sonra kariyerlerinde hızla yükseldikleri gözden kaçırılmamalı. Gülenci ve AKP yanlısı basında kimisine köşeler açıldı; başkalarına akademik kadrolar ve Gülenci yayınevlerinde kitap kontratları verildi. Çoğu siyaseten paye, saygınlık ve görünürlük sağladı. Hatta milletvekili olanlar bile çıktı. Yukarıda anlattığım çekinceleri "görmemek" için sanırım yeterli sebepleri vardı. Bugün YAE'cilerden artık iktidarın gemisinden inmiş olanlar senelerce rejime verdikleri desteğin ve kariyerlerinde nasıl hızlıca yükseldiklerinin gündeme gelmesini istemiyorlar. Geldiğimiz noktada YAE'cilerin neredeyse bütün tezleri çöktü. Eski rejimi İslamcılardan aldıkları destekle yıkıp yerine minimal düzeyde bile olsa işleyen demokratik rejim kuramadılar ve kaybettiler. Bugün yapmamız gereken YAE'cilerin fahiş hatalarından ve içine düştükleri bu durumdan ders çıkartıp, yeniden demokrasiye dönmek için güçlü bir demokratik merkez kurmak. Bu demokratik merkezin 2010 öncesi sistemin eksik yanlarının da bilincinde olması gerekiyor. Türkiye demokrasisi askeri darbelerle olduğu kadar çoğunlukçu iktidar eliyle de çöktü. Müdahaleci yargı kurumları vesayetçi yapı kurduğu kadar iktidarlar elinde muhalifleri tasfiye aracına da dönüştü. Belli dönemlerde dışlayıcı laiklik politikaları Müslümanları rencide ettiği kadar sağcı hükümetler elinde Sünni İslam çoğunlukçu idarenin çimentosuna döndü. YAE'ciler bu seçeneklerden hep ilkini eleştirdi ama ikincisine karşı kördü. Böyle bir seçim yapmak zorunda değillerdi ama yaptılar. Sonuç ortada! [1] https://www.amerikaninsesi.com/a/turk-aydinlardan-paris-te-yetmez-ama-evet-%C3%B6zele%C5%9Ftirisi/6256282.html [2] https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/01436597.2015.1135732?casa_token=GCKbhlXFz2AAAAAA%3AbC7ZcsDH_H36ZxFPP2p8KY9qDfnJSEfKbkux1XfJTBTxN9cFZm1gZnC38mhHo1JLmxethQIPd4c