Yeniden ve güçlendirilmiş Laiklik III: Yükselen Diyanet, kaybeden Din

Abone Ol
Oysa ruhban sınıfının halk nezdinde en büyük meşruiyet kaynağı “siyaset üstü” olması ama bu statüsünü hızla kaybediyor. Yani konu sadece laik kurum ve kavramların zayıflayıp dinin güçlenmesi değil. Aslında din de zayıflıyor. Güçlendirilmiş Laiklikle ilgili yazı dizime, “kamusal alanda din ve Laiklik” konusunda devam etmek istiyordum. Ama tam bu sırada bizzat kamusal alanın tam ortasına Yargıtay hizmet binasının açılış törenindeki resim düştü. Resim ve törenin tamamı çok şey anlatıyordu. Laiklik ilkesine ve demokrasiye birden fazla nedenle aykırıydı ve birden fazla yeni darbe vurdu. Meselenin temelinde geniş anlamda kuvvetler ayrılığı var. Geniş anlamda kuvvetler ayrılığı demokrasinin özüdür ve yasama-yürütme-yargı özerkliğinin çok ötesine geçer. Demokrasiler hiçbir gücün her şeyi tek başına belirleyemediği, belli bir hiyerarşi içinde farklı kurum ve güçlerin sınırlı özerkliğe sahip olup birbirini denetlediği ve dengelediği çoğulcu rejimlerdir. [1] Kuvvetler ayrılığındaki aşınma çok boyutlu. Hem dini inanç ve kurumları hem de Laik değerleri ve kurumları etkiliyor. Bunu görmek gelecekte Laikliği güçlendirecek bir perspektif kazanmak için çok önemli. Kuvvetler ayrılığı bir yandan seküler kurum ve aktörler aleyhine bozuluyor. Bu en kolay görünen boyut denebilir. Diyanet İşleri yasal olarak halkın Müslüman kesimine dinle ilgili hizmetler sunmakla görevli olan bürokratik bir kurum. Aynı zamanda maaşını devletten alan bürokratik (memur) ve “mektepli” ruhban sınıfını temsil ediyor. Ya da ediyordu, çünkü AK Parti döneminde oldukça değişti.[2] Bu kurumun ve sınıfın bütçesi, personeli ve resmi protokoldeki yeri seküler kurum ve sınıflar aleyhine sürekli yükseliyor. Bir yandan da ibadet işleriyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan işlevleri ve gayrıresmi (okuyunuz: yasaya dayanmayan, yasal olmayan) “görevleri” gene seküler devlet kurumları aleyhine sürekli genişliyor. Ama durum dediğim gibi daha çok boyutlu. Aslında bu gelişmelere bağlı olarak Diyanet de özerkliğini yitiriyor ve dini / manevi / ahlaki meşruiyetini kaybediyor. Diyanet neden ilgili ilgisiz her konuda boy gösteren, fikri sorulan, makam arabaları ve bütçesi sürekli palazlanan bir kuruluş haline geldi? Halk tarafından seçilmiş olmaktan gelen bir meşruiyet mi? Akademik liyakat ve üretim anlamında büyük bir sıçrama yapıp çağ atlaması mı? Savaş, yoksulluk gibi adaletsizlikler konusunda yürekleri açan, topluma yol gösteren çıkışlar yaptığından mı? Çok karizmatik ve popüler bir başkanın iş başına gelmesi mi? Hayır, Diyanet atanmışlardan oluşuyor ve tüm bu konularda gerileme söz konusu. Profilindeki yapay yükselmenin tek nedeni, yürütmenin (hükümetin, iktidarın) işine gelmesi ve Diyanet’i bu yolda kullanması. Hükümetin yani belli bir siyasal iktidarın doğru yanlış eylemlerini onaylayan ve dindar vatandaşlar nezdinde meşruiyet kazandırmaya çalışan bir kuruluşa dönüştürmesi. Diyanet neden her konuda fikri sorulan bir kuruluş haline geldi? Topluma yol gösteren çıkışlar yaptığından mı? Hayır, Diyanet atanmışlardan oluşuyor. Ne liyakatsiz atamalar, ne üçlü-beşli maaşlar hakkında yorum yapamaz. Çünkü yürütmeden bağımsız herhangi bir gücü, meşruiyeti yok. Oysa ruhban sınıfının halk nezdinde en büyük meşruiyet kaynağı “siyaset-üstü” ve “partiler-üstü” olması, çetrefilli işlere girmemesi, bugünü değil ahireti hatırlatması, adalete sahip çıkması, maddi dünyanın çelişkilerinden kendini biraz uzak tutmasıdır. Asgari ölçüde çıkarı değil ahlakı, tevazuyu, özveriyi temsil etmesidir. Politikaları o yapmadığına göre ancak bu şekilde birleştirici rolünü koruyabilir ve yıpranmaktan korunabilir. Sosyal konulara elbette girer ama ahlaki açıdan, siyaset-üstü bir biçimde. Bu statüsünü hızla kaybediyor. Bir parti çıkarına fetvalar, vaazlar verdiriyor. Örneğin LGBT, kadınlar, gençler, çalmayan çırpmayan insanların yaşam tarzı konularında son derece şekilci ve kibirli yorumlarla mangalda kül bırakmıyor; ama bir türlü şu iktidarın dünya rekorları kıran yolsuzlukları konusunda lisanımünasiple de olsa bir eleştiri yapmıyor. Veya yıllar süren tutuklu yargılamalar, işkence iddiaları, liyakatsiz atamalar, üçlü-beşli maaşlar, özel çıkarlara hizmet eden savaşlar, gelir adaletsizliği konusunda. Çünkü yapamaz, yürütmeden bağımsız herhangi bir gücü, meşruiyeti yok. Cumhurbaşkanı isterse Merkez Bankası başkanlarını ve üniversite rektörlerini (demokrasiye ve mevcut yasaların bile ruhuna aykırı biçimde) nasıl görevden alıyorsa onu da alır. Ne ilahiyatçılara ne de halka sorma zorunluğu var. UZUN VADEDE LAİKLİK GÜÇLENECEKTİR Yani konu sadece Laik kurum ve kavramların zayıflayıp dinin güçlenmesi değil. Aslında din de zayıflıyor. Hükümet, kendi çıkarları doğrultusunda DİB’e ve başkanına gittikçe ne Laiklikte ne Sünni İslam’da ne de demokraside yeri olan bir rol biçiyor: Müslümanların temsilcisi ve sözcüsü olmak. Ama DİB başkanını halk (veya Müslüman halk) seçmiyor ki? Ayrıca Sünni İslam inancında böyle bir temsilcilik makamının olup olamayacağı son derece tartışmalı. İlk halifeler müminler tarafından (okuyunuz: ileri gelenleri tarafından) siyaset yoluyla seçilmişlerdi. Sonrakiler seçimle de gelmedi; kılıç yoluyla geldiler, ki kılıç uhrevi değil seküler gücü temsil eder. Sonuçta İslam, kutsal kitabı “oku” diyerek başlayan (“kiliseyi” veya imamı dinle demiyor, her mümine kendisinin okumasını söylüyor ve herhalde burada kastettiği sadece okumak değil, anlamak, kendi aklını kullanarak yorumlamak) ve en çok vurgu yaptığı konu “adalet” olan bir din. Yani din görevlilerinin ancak birer kolaylaştırıcı olabileceği yorumu Sünni İslam’da her zaman mevcut olmuş.[3] Diyanet İşleri Başkanlığı Kanunu da görevini “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak saptıyor. Yani bir kamu hizmeti görevi yapmakla mükellef. Konuya daha pratik yönden bakarsak, Diyanet kanununa dayanarak “İslam Dinine” dair konuşmak ve hizmet sunmak iddiasında ama sadece Sünni İslam’ı göz önüne alıyor. Örneğin Alevileri dinlemiyor, hizmet de vermiyor. Sünni İslam’ın da kendine göre belli, şekilci ve kuralcı bir yorumunu yapıyor. Tüm bunlar dini zayıflatıyor. Aslında genelde dinin özelde İslam’ın en büyük gücü belki de farklı yorumlarının, renklerinin olmasından geliyor. Farklı coğrafya ve kültürlerde bu şekilde yayılıp zaman içinde devamlılığını sürdürebiliyor. Türkiye de bu konuda oldukça zengin bir ülke. Türlü mutaassıp hayat tarzları yanında dinine bağlı ama yeri geldiğinde rakısını da içen veya içene karışmayan, “kızımın tercihi” diyebilen geniş halk kesimlerine ve kültürel çeşitliliğe sahip olması, değişen koşullara uyum sağlamasını, gelişmesini kolaylaştırıyor. Kimse kimsenin hayat tarzına karışmaz ve saygı duyarsa bu da bir tür kuvvetler ayrılığı. Herkese bir hayat alanı sağlayabilir. Ama Diyanet ve temsil ettiği siyasal irade, bu zenginliği dar ve şekilci bir kalıba sıkıştırmak ve toplum mühendisliği yapmak istiyor.[4] Sn. Erbaş’ın kendini savunmasında inanç “ticarete, siyasete, yargıya yansımasın” istiyorlar demiş. Oysa tam tersi geçerli. Kendisini ve hükümeti eleştirenler temiz siyaset, ticaret istiyor, yani (seküler veya dini) inanca karşı değil. Diyanet ise siyasette, toplumda, ticarette egemenler yararına adaletsizlikler konusunda hiçbir söz edilmesin isteyen, ama tüm bu alanlarda inananlar adına koyduğu kurallarla şekilci, yüzeysel ve kapalı bir din anlayışını egemen kılmak için kullanılan bir kurum hâline geliyor. Bu dinin ve dindarların yararına değil zararına. Burada bahsetmek istediğim ikinci konuya gelmek istiyorum. Tüm bu kasvetli gelişmelerin beklenmeyen ve niyetlenmeyen bir sonucu, Laikliğin toplumsal ve felsefi anlamda belki en önemli temelinin dolaylı yoldan güçlenmesi olabilir: Büyünün bozulması. [5] Bu da uzun vadede Türkiye’de Laikleşmenin ve Laikliğin toplumsal tabanının güçlenmesine yol açabilir. Tabii bunun gerçekleşmesi, tüm bu olanları topluma doğru şekilde anlatabilen ve güçlendirilmiş ve kapsayıcı bir Laiklik vizyonu sunan bir siyasal alternatifin çıkmasına da bağlı. Yarın buradan devam edeceğim. ---- [1] Dar anlamıyla kuvvetler ayrılığı devletin yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı. Ama demokrasinin yerleşmesi ve derinleşmesi anlamında kuvvetler ayrılığını daha geniş biçimde, tüm uzman kamu kurumlarının – yani YÖK’ten RTÜK’e Merkez Bankası’na ve Diyanet’e – ve bunun yanı sıra “diyagonal denetleyici” sivil toplum, üniversiteler ve medyanın kendi işlerinde şeffaf, özerk ve hesap verebilir olması şeklinde yorumlamak gerekir. Çünkü bunların da birbirini denetlemesi, tamamlaması ve sınırlaması: gücün aşırı temerküzünü yani otoriterleşmeyi ve devleti yöneten hükümetin topluma ve akla aykırı işler yapmasını dizginlemekte, en azından zorlaştırmaktadır. [2] Gene AK parti döneminde çok hızlanan ve derinleşen Diyanet-tarikat ilişkileri sonucunda bu betimleme artık geçerli olmayabilir. [3] Tabii konu teolojik ve tarihsel olarak çok daha karışık. Dini veya seküler her insan topluluğunun yönetime ve temsile, yani siyasete ihtiyacı vardır. Kıssadan hisse Sünni İslam’ın neredeyse on dört yüzyıldır “ümmeti kim hangi yolla ve hangi meşruiyetle temsil edecek” (siyasal teoloji) sorusuna yanıt oluşturamamış bir gelenek olduğunu, “tabandan (müminlerin iradesi, içtihat ve meşveret)” gelen meşruiyetle “tepeden (soy, sop, hanedan)” gelen meşruiyet kaynakları arasında sürekli gerilim olduğunu söylemek yanlış bir tespit olmayacaktır. [4] Tabii Diyanet’in ve genelde Türkiye’deki Laiklik uygulamalarının bu bahsettiğim konulardaki sicili AK Parti döneminden önce de parlak değildi. Ben de bu yazı dizisinde o yüzden “güçlendirilmiş Laiklik”ten bahsediyorum. Ama AK Parti ve şimdi Cumhur İttifakı geçmiş uygulamaların eksiklerini yanlışlarını düzeltmek yerine, kendi çıkarları için kullanma yoluna gitti ve bu şekilde Cumhuriyetin kazanımlarını da hızla ortadan kaldırıyor. [5] Burada “büyünün bozulması” terimini ingilizce “disenchantment”ın karşılığı olarak kullanıyorum.