Yeni bir yurttaşlık anlayışına doğru*

Abone Ol
Birey ile toplum arasında nihayet bir denge kurabilen, insanı insanın kurdu” yapmayan, başkalarıyla birlikte güçlenmesini öngören bir birey/yurttaş” anlayışının egemen olduğu bir dünyada, yaratıcı aşka çok daha fazla yer olacağını kim inkâr edebilir?      Fatmagül Berktay                          J.R.R. Tolkien’in ünlü fantezi üçlemesi “Yüzüklerin Efendisi”nin temel bir ahlaki sorusu vardır : “Güç yüzüğü”, yani güç ve iktidar iyilerin elinde iyi, kötülerin elinde kötü sonuç mu verir; yoksa o yüzüğün kendisi de iradesi ve “taraf”ı olan, parmağına geçireni kaçınılmaz yollara yönelten, değiştiren, bozan bir olgu mudur? (1) Bu, özellikle liberal demokrasi açısından canalıcı bir sorudur ve toplumun tümünü ilgilendirir. Siyaset bilimi öğrencilerinin iyi bildikleri gibi, Lord Acton, “iktidar yozlaştırır; mutlak iktidar mutlak olarak yozlaştırır” demişti. Gerçekten de liberal demokrasi, siyasal iktidarın sınırlandırılmasını temel kaygılarından biri sayar. Ancak, bu sorun belki de kadınlar açısından daha önemlidir, çünkü kadınların güç ve iktidarla olan ilişkisi hep sorunlu ve gerilimli olmuştur. Bir kere, kadınların kamusal alanda iktidar kullanmaları büyük ölçüde engellenmiş, onlar da ister istemez dikkatlerini özel alanda yoğunlaştırmışlar ve kendilerine özgü yöntemlerle (“zayıfların silahları” adı verilen, kimi zaman hiç de hoş olmayan dolaylı yöntemler!) güç kullanmada ustalaşmışlar. Kadınların kamusal/siyasal iktidar alanından uzak tutulmaları, onlar açısından bir dezavantaj olduğu kadar, bir avantaj da sayılabilir. Çünkü böylelikle, kendi seçimleriyle olmasa bile, ellerini siyasal iktidarın “pisliği”ne daha az bulaştırmış ve onun yozlaştırıcı etkisinden daha fazla korunmuş oldular. Feminist hareket içinde önemli bir kesim, özselci (essentialist) bir yaklaşımla, bu olguya dayanarak kadınların kamusal / siyasal iktidardan tümüyle uzak durmaları gerektiğini savundu. Ama bu, politika dışı olmak değildi; tersine, kamusal/özel alan ayrımının katı bir şekilde kavranıp uygulanmasına haklı bir karşı çıkış içinde, feministler, “özel olan politiktir” sloganını ortaya attılar ve hayatın her alanını, özellikle de aileiçi ve cinsel yaşamı politikleştirdiler, başka bir deyişle mücadele konusu yaptılar. Özel alan ile kamusal alan arasına çekilen ve esas olarak kapitalist toplumun ürünü olan kalın duvarların yıkılması ve özel sayılan aile ve ev yaşamında uygulanmakta olan açık ve gizli şiddetin, iktidar ilişkilerinin gün ışığına çıkarılması gerçekten çok önemliydi. Çeşitli araştırmaların ortaya koyduğu gibi, kadınların statüsünün en düşük olduğu toplumlar, bu ayrımın en katı biçimiyle uygulandığı toplumlardır (bu açıdan, Afganistan yeterince açık bir örnektir). Ne var ki, işin bu yanına dikkat çekilirken ve özel alan politikleştirilirken, diğer yanın, yani kamusal alandaki siyasal iktidarın göz ardı edilmesi tehlikesi vardı ve feminist hareket, uzun bir süre politikaya “bulaşmadı”. Böylelikle, yeni bir dünya yaratmak için ellerimizin temiz kalacağı umuluyordu. Oysa, başka birileri politikaya ve siyasal iktidara elini bulaştırmadıkça, iktidar hep aynı kişilerin, egemen konumdaki erkeklerin elinde kalmaya ve “kirli” niteliğini korumaya devam etmekteydi. Bu olgudan yola çıkan birçok feminist, yeni bir dünya yaratmanın, iktidarı ve politikayı dışlayan, yok sayan bir stratejiyle mümkün olamayacağını düşünmeye ve tartışmaya başladı.
Soyut yurttaşlık, aslında erkeği merkeze alan, akılcı erkek öznenin kendisini evrensel norm olarak sunmasını mümkün kılan bir kavram. Bu nedenle, ikinci dalga feminist teori, haklı olarak cinsiyet farklılığına dikkat çeker, farklılık ve heterojenlik üzerine vurgu yapar.
Gerçekten de bu strateji, ilk bakışta çok radikal de görünse, eril kamusal/dişil özel ayrımının ve bu ayrımın dayandığı doğa/kültür hiyerarşik farklılaşmasının sürmesi sonucunu veriyordu. Bu ataerkil ayrımlar sürdükçe de dünyanın, en azından kadınlar açısından, fazla değişmeyeceği ortadaydı. Ataerkil varsayıma göre, erkekler “doğal olarak” daha akılcı ve güçlüdürler, dolayısıyla yönetmek ve egemen olmak için yaratılmışlardır. Buradan, erkeklerin siyasal olanı, devleti temsil etmeye daha elverişli oldukları sonucuna varılır; nitekim Türkiye’de kadınlara uzun süre kaymakamlık hakkının tanınmamasının ardında da bu ataerkil mantık vardır. Kadınlar ise gene “doğal olarak” daha zayıf ve rasyonel yetiler (akıl) açısından daha geri, duygusal bakımdan da dengesiz kabul edilirler. Bu da onları siyasal temsil ve yönetim açısından iyice elverişsiz ve güvenilmez kılar; dolayısıyla, siyasal alanın dışında bırakılmaları gerekli ve haklı bir durum sayılır. Erkek egemenliğini meşrulaştıran bu ideoloji, kadının ve erkeğin “doğası”nın (şimdilerde ona “fıtrat” deniyor) farklı olduğu tezine dayanmaktadır. Ancak, burada altının çizilmesi gereken nokta, bunun, içinde hiyerarşi barındıran, eşitsizliğe dayanan bir farklılık olmasıdır: Ayrımın bir yanı (erkeklik), akılcılık, güçlülük ve istikrarlılık gibi olumlu özelliklerle donatılırken, diğer yanı (kadınlık) duygusallık, zayıflık, dengesizlik gibi olumsuz özelliklerle nitelenir. Feminizmin doğuşundan günümüze kadar çok sayıda feminist yazar, işte bu hiyerarşik farklılık anlayışına karşı çıkmış ve kadınların insani öz bakımından erkeklerle eşit olduğunu, biyolojik farklılığın toplumsal bir farklılığa ve eşitsizliğe yol açmaması gerektiğini savunmuşlardır. Feminizm içinde “liberal-eşitlikçi” damar olarak bilinen bu akım her zaman çok önemli oldu; günümüzde de önemini korumaya devam ediyor, çünkü kadınların formel eşitlik mücadelesinde epey mesafe katedilmiş olsa bile, ki dünyanın birçok ülkesinde bu da geçerli değil, fiili eşitlik henüz çok uzaklarda görünüyor. Ancak liberal eşitlik anlayışı, haklı olarak, daha en başından itibaren eleştirilerle karşılaştı. Bu eşitlik anlayışının sınıf, ırk, etnisite vb. kadar cinsiyet açısından da kör olduğu ve “insan” kavramını “erkek” kavramıyla özdeşleştirdiği, özgüllükleri dikkate almayan bir evrensellik iddiasıyla, kadınlar da içinde olmak üzere, “aşağıda” olanları dışladığı biliniyor. Bu anlayışta “eşitlik”; benzerlik ve aynılaştırma üzerine kuruludur ve herkesin benzemesi, “aynı olması” gereken prototip de “beyaz, burjuva, rasyonel erkek”tir. Görüldüğü gibi, “insanlık-akıl-yurttaşlık-erkeklik” tek ve aynı norm etrafında kurulmuştu. (2) Aydınlanma’nın Kartezyen/Kantçı öznesinde “iyi yurttaşlık”, uzak, mesafeli rasyonalite kavramıyla iç içeydi ve yurttaşlık erdemi, yasanın tarafsız formülasyonunda ve kişilerin farklılığı dikkate alınmaksızın evrensel bir biçimde uygulanmasında yatıyordu. Üstelik bu “akıl” kavramı saldırgandı, çünkü “aklen eksik” olarak tanımladıklarını dışlıyor ve insanların kendilerini belirli normlara, değerlere göre yapılandırmalarını talep ediyordu.
Demokrasi, çeşitli farklılıkları (sınıfsal, cinsel, ırksal vb.) ortadan kaldırmaya yönelmez ama, bunların siyasal katılım ve temsil açısından engel olmamasını sağlamak zorundadır.
Böylece “eşitlik”, kişilerin özgüllüklerini, farklılıklarını kucaklamayan aynılaştırıcı (ama içkin olarak ayrımcı) bir içerik kazanmaktaydı. Liberal eşitlik anlayışının modern çağ öncesi “doğal” hiyerarşilere indirdiği darbe ve bunun özgürleştirici sonuçları, özellikle kadınlar ve feminist teori açısından önemlidir. Ancak, liberal teoride, yurttaşlık için gerekli nitelikler aynı zamanda “insan” olmanın ölçütleri olarak kabul edilir ve bunların başında da “rasyonellik” gelir. Oysa yukarıda değinilen ataerkil varsayıma göre (liberal devlet de ataerkil olmaya devam eder!) kadınların bu normun gereklerini tam olarak yerine getirmediklerine inanılır; bu nedenle liberal devlette kadınlar, uzun bir süre, eşit yurttaşlık hakkından yoksun bırakılmışlardır. Onların kadın kimliğinden doğan “farklılığı”- ki, bu kimliğin de toplumsal olarak belirlenmiş ve kadınlara empoze edilmiş bir kimlik olduğu unutulmamalı-, kadınlara farklı davranılmasını ve dışlanmalarını meşru kılmak için kullanılmıştır. Soyut yurttaşlık, aslında erkeği merkeze alan, akılcı erkek öznenin kendisini evrensel norm olarak sunmasını mümkün kılan bir kavram. Bu nedenle, ikinci dalga feminist teori, haklı olarak cinsiyet farklılığına dikkat çeker, farklılık ve heterojenlik üzerine vurgu yapar. Böylelikle, toplumsal cinsiyeti politik sahneden dışlayan politik kuramlar ve pratikler için zorunlu bir düzeltici işlevini yerine getirir; yani liberal demokratik politika ve pratiklerin cinsiyet körlüğünü gözler önüne serer ve düzeltilmesini talep eder. Gerçekten de ilkesel olarak “aynı” olan bireyler yerine, farklı olan grupların vurgulanması ve farklılıkların dikkate alınması, geleneksel liberal yaklaşım açısından önemli bir düzeltme olduğu kadar, beraberinde grupların orantılı temsilini güvence altına alan mekanizmalar yaratılması konusunda önemli sonuçlar getirir. Zaten Avrupa Konseyi gibi uluslararası kuruluşların cinslerin eşit temsilini öngören “parite demokrasisi” kavramını geliştirmelerinin ardında böyle bir anlayış yatmaktadır. Demokrasiler, yüzyıllardır sürmekte olan cinsiyet eşitsizliğinin onarılması için fazladan bir şeyler yapmak gerektiğini artık farkediyorlar ve kotaları da içeren bu çabaların, kimilerinin öne sürdüğü gibi çifte standartlı bir yaklaşım değil, tersine derin bir haksızlığın giderilmesi için zorunlu olarak alınan önlemler olduğu herkesçe kabul ediliyor. Ne var ki bu durum, yalnızca eşitsizliklerin tanınıp azaltılabileceği bir başlangıç noktası olarak görülmelidir. Cinsiyet farklılığına yapılan vurgu gereklidir ama, geçici olduğu da unutulmamalıdır. Aksi hâlde kadınlar, hep kadın olarak konuşmak zorunda kalırlar. Oysa insanların artık kadınlar ya da erkekler olarak sözde “doğaları” ile tanımlanmayacakları bir geleceğe yönelmek durumundayız.
Kadınların siyasal alandaki varlığı hayati bir ihtiyaçtır ama bu, kadınların yalnızca kadın” sorunları üzerine konuşabilecekleri, yani yalnızca bir cinsiyet olarak konuşmaları gerektiği anlamına gelmez.
Böyle bir gelecekte kadın-erkek tüm insanların, önceliklerinde ya da deneyimlerinde cinsler olarak değil, bireyler olarak farklılaşacaklarını ve politik yaşama somut bireyler olarak eşit biçimde, ama kendi özgüllüklerini de yansıtarak katılacaklarını umabiliriz. Ancak, elbette gelecek için böyle bir öngörüde bulunmak ve bunu arzu etmek başka, şu anda varolan farklılıkları yok saymak başka şeydir. Tanımlanabilir grupların olduğu yerde, kaçınılmaz olarak grup çıkarları söz konusudur ve artık hep bildiğimiz gibi, kadınlar da ayrı bir toplumsal gruptur. Demokrasi, çeşitli farklılıkları (sınıfsal, cinsel, ırksal vb.) ortadan kaldırmaya yönelmez ama, bunların siyasal katılım ve temsil açısından engel olmamasını sağlamak zorundadır. Nitekim, kadınların daha fazla temsili için tasarlanmış herhangi bir önlem, cinsiyet farklılığının politik olarak önem taşıdığı ve demokrasinin toplumsal grupları ve onların farklılığını tanımak zorunda olduğu anlamına gelir. Gerçekten de kadınların siyasal alandaki varlığı hayati bir ihtiyaçtır ama bu, kadınların yalnızca “kadın” sorunları üzerine konuşabilecekleri, yani yalnızca bir cinsiyet olarak konuşmaları gerektiği anlamına gelmez. Ancak bu noktada, karşımıza hemen önemli bir zorluk çıkıyor: Kimdir bu “kadın”? Tıpkı “insan” ve “yurttaş” soyutlamalarının ardında somut farklılıkların barınıyor olması gibi, “kadın” genellemesi de kadınlararası farklılıkları görmezden gelir; feminist teori de bunlara gözünü kapamayıp gerçekliği, yani farklılığın varlığını dikkate almak zorundadır. Feminist teori, şu anda görünüşte, “eşitlik mi, farklılık mı?” karşıtlığına sıkışıp kalmış gibidir. Oysa karşıtlıklarla düşünmek ve kendimizi umarsız bir ikilem içine hapsetmek zorunda değiliz. Ayrıca, “eril birey” tanımına karşı, bir “dişil birey” tanımı geliştirmek de çözüm değil: Varolanı tersine çevirmekle gerçek bir değişme yaratılmış olmuyor. Anne Phillips’in dediği gibi, “farklılığın tanınması ve eşitliğin sağlanması gerekir ama, farklılıkların hiçbiri de taşlara kazınmamıştır.” (3) Oysa, son zamanların epey post-modernist esintiler taşıyan “kimlik politikaları”, tam da böyle bir “farklılık içinde donup kalmak” tehlikesini içlerinde barındırıyorlar. Farklılıklarını her şeyin üzerine çıkaran bu “kimlikler” başkalarıyla bir diyalog ve iletişim içine girmiyor, yalnızca “tavır ilanı”yla yetinen monologlar içine kapanıp kalıyorlar ve böylece gerçek bir diyalojik kamusal alan imkânını ortadan kaldırıyorlar. Buysa, farklılıkların ve çeşitliliğin yarattığı bir zenginliğe değil, tam tersine farklı tarafların “silahlarını çekip” vuruşmaya hazır duruma geldikleri bir yoksunluk, iletişimsizlik ve güvensizlik ortamına varıyor. Oysa farklı gruplar ve çıkarlar arasında gerçek bir diyalogun varlığı, kamusal alanın dönüştürülmesi açısından canalıcı önemdedir. Kamusal alanın dönüştürülmesi ise, kadınlar için özel bir anlam taşıyor. Kadınlar bir yandan kamusal alana daha yoğun bir biçimde katılmak ve bu anlamda siyasal iktidarı eşit olarak paylaşmak istiyorlar, ama bir yandan da bu alanı dönüştürmek istiyorlar. (Zaten, “yurttaşlık, dönüşümle ilgili bir şeydir, kişinin ilksel çevresinin ötesine geçmesiyle…”(4) ) Ancak, kişilerin yurttaşlara dönüşmesi, daha özgül perspektiflerini ve konumlarını, yani “farklılıkları”nı unutmalarını zorunlu kılmaz. Tersine, demokrasilerin görevi, ezilen grupların doğrudan grup olarak temsil edilmelerini sağlayacak mekanizmaları bulmak ve uygulamaktır. Demokrasilerin günümüzde karşı karşıya oldukları meydan okuma budur ve diğer ezilen gruplarla birlikte kadınların da demokrasiye en önemli katkısı burada olabilir: “Yurttaşlık, kamusal alanda yer alır ve siyasal yaşamın kamusal ve toplumsal yanlarını birleştirme olanağı sunar.” (5) Böylelikle, birçok feminist teorisyenin de savunduğu gibi, yeni bir “yurttaşlık” kavramlaştırması ve tanımı yapmak mümkün ve gereklidir: Bireysel temel siyasal haklardan çok topluluğun kamusal yararını ön plana alan, daha global düşünerek ulus-devletin sınırlarının ötesine geçebilen, hatta insan-dışı doğayı bile kucaklayacak biçimde genişletilmiş bir “yurttaşlık” kavramı… (6) Bu anlayış, daha bütüncü, karşıtlığın yerine uzlaşmayı koyan, dayanışma ve desteği içeren bir etiğe dayanıyor. Bazı teorisyenler bu etiğin içine ilişkisellik (başkalarını düşünme ve kendini onların yerine koyabilme -empati- yetisi), merhamet ve yakınlık gibi öğeleri de koyuyorlar. Bunlar, geleneksel olarak kadınlara özgü diye bilinen değerler ve özellikler. Ancak biliyoruz ki bu özellikler kadınların doğuştan sahip oldukları, özsel nitelikler değil (öyle olsaydı Çillerler, Thatcherlar vb. olmazdı!) Bunların kadınların özsel nitelikleri olduğunu, kadınların doğal olarak barışçı, şiddete uzak, dürüst vb. olduklarını savunan feminist görüşler de var elbette, ama bu görüşler gerçek dışı olmanın ötesinde, kadınların çıkarları ve konumları açısından iki taraflı kesen bir bıçak işlevi görebiliyor. Çünkü, bu “övgüler” bazan kadın kitlelerini harekete geçirmeye yarasa bile, esas olarak kadınları “farklılıkları içine hapsetmeye” yol açıyor. Üstelik, “erkek” olmanın problemli olduğunu savunuyorsak, “kadın” olmanın tümüyle problemsiz olduğunu kolayca savunabilir miyiz? Her iki kimlik de toplumsal ve tarihsel olarak belirlenmiş, yani sabit olmayan değişebilir kimliklerdir ve ezilenler, kendiliğinden daha iyi ve ahlaklı olacaklar diye bir kural da yoktur. “Ezilen” veya “mağdur” konumunda olmanın, mutlaka haklı olmak anlamına gelmediğini unutmamak gerekir. Gruplar, zorunlu olarak birbirleriyle ilişki içinde varolurlar ve bir gruptaki yanlılık ve hoş olmayan özellikler, ister istemez diğer gruba da yansır: “Gruplar, nitelikleri gereği yanlıdırlar ve bu, o anda iktidarı paylaşıyor olsunlar ya da olmasınlar, böyledir! (7) Evrensellik, tüm bireysel ve grupsal farklılıkları bastıran bir şey olarak kavramsallaştırıldığında, elbette bunun değiştirilmesi gerekir; ama belirli bir farklılığın kutsanması yönünde değil! Çünkü, “tüm farklılıklarımızın ardında herhangi bir ‘çekirdek’ benlik olmadığı gibi, özsel olarak benliğimizi oluşturan tek bir farklılık da yoktur; cinsel/bedensel kimlik önemli olduğu hâlde, bir kişinin biricik ya da tanımlayıcı niteliği değildir, çünkü en temel özellik olarak görülen şey, sözkonusu meseleye göre değişir.” (8) Gerçekten de bir bağlamda öze ilişkinmiş gibi görünen bir nitelik, başka bir bağlamda tümüyle arızi olabilir; dolayısıyla, bazı nitelikleri belirleyici ve hiç değişmezmiş gibi göstermek çok zararlı sonuçlara yol açabilir. Dolayısıyla, heterojenliği ve farklılığı kucaklayabilen ama her birimizi yalnızca tek bir yönümüzle tanımlayan özcülüğe teslim olmayan bir politik dil bulmak sorunuyla karşı karşıyayız. Bugüne dek cinsiyet farklılığı, kadınların zararına olarak, onları kamusal alanın ve politikanın dışında tutan, ayrımcılığı meşrulaştıran bir gerekçe olarak kullanıldı; oysa artık farklılığın, insanlığı ve demokrasiyi zenginleştiren, eşitliği çağıran bir şey olarak kavranmasının zamanı çoktan geldi. Ne var ki kadınlar, kollektif olarak yani bir grup olarak hem özel/kişisel hem de kamusal koşullarını kendileri tanımlamadıkça ve varolanı dönüştürmedikçe, baskı ve tahakküm ilişkisi sona ermeyecek. Dolayısıyla, politik ve kamusal olanın önemini vurgulamak ve daha etkin bir siyasal katılım ve denetim için mücadele etmek zorundayız. İktidarın maskesini düşürmek, onun içyüzünü ortaya koymak sarsıcı bir etki yaratabilir ama onu dönüştürmeye yetmez! İşte bu yüzden, kadınlar için bir güç teorisi de inşa etmek gerekir. Böyle bir teori, elbette ezilenin deneyiminden ve bakış açısından kaynaklanacaktır ama yalnızca kadınların nasıl ezildiği üzerinde değil, aynı zamanda onların kapasiteleri, yetenekleri, güçlü yanları üzerinde de duracak ve söz konusu kapasiteleri, iktidar ilişkilerinin değişimi için, yani bir grup olarak kadınların güçlendirilmeleri için bir kılavuz olarak kullanacaktır. (10) Gerçekten de kadın hareketi bir şeyi ortaya koyduysa, o da geleneksel olanlardan daha başka güç ve dayanışma biçimlerinin varolduğu/olabileceğidir. Ne var ki, farklılığı kucaklayan ve farklılık içinden düşünebilen bir teori yaratmanın yolu, çok çelişkili, çok tartışmalı, çok inişli çıkışlı ve karmaşık da olsa böylesi bir pratiğin varlığından geçiyor. Peki bu karmaşık süreçte hangi güçler, tarihsel olarak önemli ve gereklidir? Yani hangi güçler tarihsel değişimin, bilinçli toplumsal değişimin anlaşılması açısından teorik olarak anlamlıdır? Liberal teorisyenler bu soruya, insanların rasyonel seçimler yapmak için kendi bireysel, özgür iradelerini/güçlerini kullanmaları, yanıtını verirler. Klasik Marksist argüman, daha ileri giderek, buna insanın emek gücünü, yani insanların rasyonel düşünce ve pratiği yeni şeyler yaratmak amacıyla birleştirmelerini ve etkili bir güce dönüştürmelerini ekler. Bir feminist teorisyen, Anna Jonasdottir ise -iyice ileri giderek!-  insanlararası yaratıcı ve pratik bir eylem anlamında toplumsal olarak örgütlenmiş aşkın , tarihi ilerleten üçüncü bir güç olduğunu ve dolayısıyla teorik olarak ciddiye alınması gerektiğini söylüyor. (11) Bu önermeyi, ben, kadınların bütün ezilenlerle birlikte yeni bir birey ve yeni bir yurttaşlık kavramı oluşturmak için verdikleri teorik ve pratik mücadele açısından çok önemli buluyorum. Birey ile toplum arasında nihayet bir denge kurabilen, doğa ile insanı karşı karşıya getirmeyen ve “insanı insanın kurdu” yapmayan, yani kişinin başkalarına karşı, onların sırtına basarak güç kazanmasını değil, başkalarıyla birlikte güçlenmesini öngören bir “birey/yurttaş” anlayışının egemen olduğu bir dünyada, yaratıcı aşka çok daha fazla yer olacağını kim inkâr edebilir? ----------- * Orijinal versiyonu, TODAİE’nin Ankara’da 19-21 Kasım 1997’de  düzenlediği “21. Yüzyılın Sonunda Kadınlar ve Gelecek” Konferansı’na bildiri olarak sunulan bu yazının hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum.Dolayısıyla sadece birkaç küçük değişiklik yapmakla yetindim. NOTLAR
  1. Bu özet ifade, Bülent Somay’ın: Cumhuriyet Kitap, Sayı 405, 20 Kasım 1997.
  2. Anne Phillips, Demokrasinin Cinsiyeti, Metis yayınları, 1995, passim.
  3. Anne Phillips, Democracy and Difference, Polity Press, 1993, s.161.
  4. Aynı yerde, 80 vd.
  5. Aynı yerde.
  6. Kathleen B. Jones, “The Discourse of Politics: Representing Women in Women-friendly Politics”, Politics, A Power Base for Women? Örebro Women’ Studies No.3, s.57.
  7. Democracy and Difference,160.
  8. Demokrasinin Cinsiyeti, s.80.
  9. Mary Dietz, “Citizenship with a Feminist Face: the Problem with Maternal Thinking”, Political Theory, 13,1 (1985).
  10. Nancy Hartsock, “ Foucault on Power: A Theory for Women?”, The Gender of Power, A Symposium , Leiden, November, 1987.
  11. Anna G. Jonasdottir, Love, Power and Political Interests, Örebro Studies 7,1991.