Yeni bir hayat için: Boş vermekten vazgeçmek

Abone Ol

Çok uzun bir yaşantım olmadı. Şairin hesabına göre henüz ortasında sayılırım ömrün. Ama zamanın akışının serum damlasından azgın akarsulara evrildiği, alabildiğine yoğun duygu ve düşünce tahakkümüne maruz kaldığımız, maalesef ömre bedel günleri, acıları yaşadığımız anların içinden geçiyoruz. Ya da o anlar bizim üstümüzden geçiyor.

Demlenmek derler ya hani. İşte biz demlenemeden kaynayan ve kendi dibini cayır cayır yakan bir ahvaldeyiz. Ne bu dem olabiliyoruz ne de yanmaktan kaçabiliyoruz. Nev-i şahsına münhasır bir hal bizimkisi.

Oldukça milliyetçi ve muhafazakâr bir aile ve yörede doğup büyüdüm. Cumhuriyetin devlet okullarında eğitim aldım. Biz anlamazdık, ama büyüklerimiz, hocalarımızın bıyıklarından anlardı nasıl kimseler olduklarını. Bıyıklar keskinse biri, salaşsa başka biri. Pazartesi sabahları o kadar gür ve zevkle okurduk ki İstiklal Marşı’nı ve her gün Andımız’ı. Hepimiz aynı değil miydik?

İşçi lojmanlarında büyümenin de etkisi var galiba. Şehir merkezine uzaktı. Tüm apartmanların aynı tip, tüm erkeklerin işçi ve tüm kadınların ev hanımı olduğu, tek bir okulu, tek bir fırını ve tek bir marketi olan bir mahalde başka türlüsünü düşünmek de biraz zordu belki. Her şey tek tip olmalıydı, herkes birbirine benzemeliydi.

İYİ DE NEDEN ‘AMA’?

Sonra bir gün, bir beden eğitimi dersinde Kürt ile sonraki hafta ise aynı Kürt aracılığıyla Alevi ile tanıştım. Kulağıma fısıldadı. “Ben Kürt’üm, ben Alevi’yim ama...” O “ama”ya takılmıştım ister istemez. Devamı şöyle gelmişti çünkü: "Kimseye söyleme.” Hiçbir şey anlamadım. Her gün Türk’üm diyorduk ama, onun da ne olduğunu tam olarak bilmiyorduk ki… “Tamam” dedim ve sonra başladık top peşinde koşturmaya. Çocuk aklı işte, aklımda bir “ama.”

Akabinde büyüklerime sordum ilk olarak. Dedim Kürt nedir? Alevi kime denir? Hiç unutmuyorum birisi “Türk gibi bir şey işte, boş ver sen bunları” demişti. Diğeri ise “Nerden çıktı bunlar, hepimiz Müslümanız boş ver.” Boş verdim ben de. Dedim ya çocuğum daha. Boş vermekten kolay ne var?

Çiller dönemi çocuklarıydık. Zor zamanlardı. Terör dibimize kadar gelmişti. Bazı zamanlar bulunduğumuz yerden akrabaları bayram ziyaretine dahi gidemezdik. Terör ölüm saçıyordu. “Boş ver” bir noktadan sonra hayatın anlamı olmuştu.

Arkadaşım bizimle beraber Andımız’ı okur, hatta hocamızın direktifi ile koraya bizzat tekmil verirdi. Cuma namazlarına gelir, bayramlarda da ailesi ile kurban keserdi. Bunları meğerse bizden ayrı düşmemek için yaparmış. Gün oldu Kürt olduğu, Alevi olduğu kulaktan kulağa yayıldı ama yine kısık sesle. Sonra ne mi oldu? Sonrası bir Boyalı Kuş hikâyesi. Boş vermek fiilinin anlamı değişmişti.

Arkadaşımın ailesi onu evde bırakıp dışarı çıkarken kapıyı kitlerdi, korkardı. Onlar boş veremiyordu. Uzunca yıllar bu boş verememe ve korku halini kavrayamadım. Nedenlerini de sorgulamadım. Evin girilmemesi gereken mahzeni, ocağın dokunulmaması gereken ateşi gibi bir şeydi boş verilmiş o haller.

Sonradan gördüm ki bu boş vermişlik, bu görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama hali meğerse rutinimizmiş. Boş verenler, boş vermenin günahsız olduğunu zannederler. Mevzunun hakikati bu değilmiş. Failler güçlerini boş vermişlerin, boş vermişliklerinden alırlarmış.

BOŞ VERMEYİ BIRAKMALI

Boş vermeyi bıraktığınız an Ali İsmail’in annesinin çığlıklarını duyarsınız. Berkin Elvan’ın kara kaşları gözünüzün önüne gelir. Hrant Dink’in güvercin ürkekliğinin neye benzediğini düşünürken yüzünüz yere düşer. Yere düşürülen yüz nasıl toplanır?

Son günlerde Kobani yargılamaları ve Ermeni Soykırımı üzerine kopan fırtına ve bazı ismini dahi anmaktan hicap duyduğum derinlerin, sığ kompradorlarının açıklamaları tüm bu hikâyeyi başa sardırdı.

Bu milletin milyonlarca yurttaşının bilerek ve isteyerek oy verip desteklediği insanlara zulmetmek ve bir halkın acısına maşeri vicdana dokunacak şekilde sırt dönmek, o acıyı yok saymak, üstelik bunu gösterişle nümayişle yapmak. Bunların içinden geldiğimiz toplumun değerlerinin yansıması olduğunu düşünmek istemiyorum.

Bu derece nefret, kan ve ölüm kokan, seçilmiş bir ırkın temsilcisi olduğu fikrinden, saplantısından doğan ve her bir hücresinden kibir taşan bu zihniyetin, geriye kendisinden başka hiçbir şey, hiçbir değer bırakmamaya yeminli bir ses gibi dört başı mamur dile gelmesi, eyleme dökülmesi hep bizim boş vermişliğimizden.

Adına ne zamandır “ülkü” denilen manzumenin, hakikatin üstünü kapatan bir örtü olduğunu, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganının, kendinde kimseye dost olacak mecal bulamayanların söylemi olduğunu kabak gibi ortaya koyan bu nefret dolu dili boş vere boş vere geldik buralara. Bu dili ve vaziyeti değiştirmeye çalışmak da beyhude. Geriye tek bir seçenek kalıyor. Hikâyeyi sil baştan yazmak. Görünen o ki, geleceğe adım atmanın başka da yolu yok.

Nasıl Atatürk itilaf devletlerine boyun eğmemiş ve nasıl ki Peygamber müşriklerin orta yolu bulalım tekliflerine “eyvallah" dememişse bizim de artık bu güruha top yekûn dur dememiz ve hikâyeyi baştan yazmamız gerekiyor.

İmparatorluk bakiyesi olmanın verdiği kibri parçalanmanın miras bıraktığı paranoyaya katık ederek ürettikleri bu faşist zehri gelecek nesillerin damarlarına da zerk etmelerine mâni olmanın tek yolu bu. Başkalarının kahramanı olduğu hikayelerin figüranı olmaya talim ederek kendimizi bulacağımız yer belli. Böyle giderse faili olmadığımız suçların ağırlığıyla yere düşen yüzlerimizi nasıl toplayacağımızı düşüne düşüne hem enseyi hem geleceği karartacağız. Tıpkı bizden öncekilerin yaptıkları gibi.

BİZE BİZE EL KILAN SİYASET

Histerik bir hale bürünmüş itibar komplekslerinin kaynağının ve bitmez tükenmez hayran olunma arzularının altında derin bir özdeğer yoksunluğu yatıyor. Bu büyük yoksunlukları fark edilmesin diye yapmayacakları yok. Yedi düveli düşman belletip hayatlarımızı dünyadan koparmaya, yetmediği yerde bizi birbirimize düşürmeye çalışıyorlar.

Hamaset, şovenizm ve zulümle bizi bize el kılıyorlar. Bu ayrışmanın yarattığı kutuplaşma sayesinde devasa buzullar yaratıp bizleri onun içine hapsediyor, kımıldayamaz hale getiriyorlar. Bu buzulları eritmenin yolunu bulmamız, kendimizi özgür kılacak yöntemleri geliştirmemiz lazım. Bunun için de her şeyden önce birbirimizi dinlememiz iktiza ediyor.

Bir asırdır sürekli aynı güne uyanıyoruz. Milli/dini duygularımızı istismar edip geçmişin acılarını suiistimal ederek hissiyatımıza tasallut ediyorlar ve böylece kendi sefalarına, kötülüklerine alan ve imkân yaratıyorlar. Neden onların zulümle abat ettikleri lüks ve şatafat dolu hayatlarının cefasını çekip günahlarına ortak olalım ki? Yeni bir hayata merhaba demenin zamanı gelmedi mi?