Yaşar Kemal'siz 3 yıl | Ahmet Özer yazdı: Her koşulda barış diyen bir yazar
Van’dan kaçış
Yaşar Kemal aslen Van’ın Ernis köyündendir. Enver Paşa’nın, Ruslar karşısında Sarıkamışta orduya yaşattığı o büyük hezimetten sonra buradan kaçış başlamıştı. Rusların Osmanlı topraklarına kuzeydoğudan girmesiyle, seferberlik başlamış, imparatorluk kendi tebasını koruyamayınca, herkes canını kurtarmanın derdine düşmüştü. Rus ordularının önünden can havliyle batıya doğru kaçıyordu insanlar.
On binlerce insan gibi, Yaşar ailesi de (soyadları Yaşar’dır bu ailenin, usta yazarın da asıl adı Kemal’dır) ata baba topraklarını terkederek bin bir güçlük ve büyük meşakkatle kendini Çukurova’ya atar. Anaların evlatlarını attığı yıllardır. Kıtlıktır, kırandır, canını kurtarmak için insanların durmaksızın kaçtığı yıllar... İşte bu yıllarda Yaşar Kemal’in ailesi de herkes gibi köylerini, mallarını, mülklerini bırakarak açlık, yokluk ve sefalet içinde kaçtı. Bin bir badireyi atlattıktan ve aylarca süren yolculuktan sonra gelip Adana Kadirli’nin Hemite Köyüne yerleştiler. Dev yazarın bütün dünyaya ışık saçan serüveni bundan sonra başlar.
Yaşar Kemal’in Yazarlığının Kaynakları
Yaşar Kemal’in yazarlığının oluşum sürecinde bana göre üç travma, üç coğrafya ve üç beşeri kaynak söz konusudur.
a)Yazarlığı Ateşleyen Travmalar
Yazarlığının kaynaklarında en önemli üç travmadan biri ailenin büyük büyük bedeller ödeyerek ata baba topraklarını terke zorlanmasıdır. Nitekim bu unutulmaz kaçışı Kemal’in ‘Kimsecik’ romanında müthiş bir biçimde dile gelir.
İkinci büyük travma babasının evlatlık olarak alıp yetiştirdiği çocuk tarafından gözü önünde öldürülmesidir. Bu kişi Yaşar Kemal’in, Yağmurcuk Kuşu serisinde anlattığı Salman’dır. Kemal’ın gerçek kardeşi olmayan Salman, Yaşar ailesi Van’dan kaçarken, Urfa civarında aç susuz perişan bir halde kurt sürüleri gibi dolaşan çocukların arasında yaralı biçimde bir ağacın kovuğunda buldukları bir çocuktur. Yaşar Kemal’in babası Sadık Bey, yaralarına kurt düşmüş, ölmek üzere olan bu çocuğu karısıyla birlikte alır, yıkar, yaralarını temizler, yol boyunca sırtlarında taşıyarak Çukurova’ya getirir. Salman büyüyüp geliştiğinde babası Sadık Bey’e taparcasına bağlanır. Ne ki aynı zamanda Sadık Bey’in onu yeterince önemsemediğini, diğer kardeşini (Yaşar Kemal’i) ona tercih ettiğini düşünmeye başlar, haset eder. Bir gün kendisini kurtaran ve büyüten Sadık Bey’i namazın üzerindeyken öldürür. Bu Yaşar Kemal için ikinci büyük travma olur.
Üçüncüsü de, dayısının kestiği kurbanı post ederken bıçağın kayarak Yaşar Kemal’in sağ gözüne saplanması ve gözünün kör olmasıdır. O bir gözünün sönen ışığını diğer gözüne yüklediği müthiş ışıkla bütün dünyayı aydınlatmaya çalışacaktır. Büyük Yazar, Salman’ın babasını öldürmesi olayını, kin tutmadan, insanın iç dünyasını anlamaya çalışmanın vesilesi yapacak; insanoğlunun değişim macerasının peşine düşecek, o çok bilinmeyen karanlık dünyayı aydınlatmaya çalışacaktır. Büyük gücün karşısında küçük güçsüzün çaresizce kaçışı ise onda zalime karşı mazlumun destansı mücadelesinin anlatısına dönüşecektir. Kanımca Yaşar Kemal’in içindeki cevheri eriten ve onun aydınlık saçarak çıkmasına vesile olan şey bu üç travmatik olaydır.
b) Beslendiği coğrafyalar
Yaşar Kemal’in yazarlığında, yaşadığı travmalar kadar, beslendiği coğrafyaların da etkisi vardır. Yüksek bir gözlem gücüne sahip üsta yazar bu coğrafyalardan müthiş etkilenmiştir. Onları yazıyla adeta ete kemiğe büründürmüş, yeniden toplumun içine salmıştır. Damarlarında kök salan, durmadan beslediği romanında gürül gürül akandoğa, insan ve onların bulundukları coğrafyalardır.
Bu coğrafyalardan birincisi onun atalarının geldiği Van ve çevresinin destansı olaylarıdır. Eşkıyalar, ailesinin yaşantısı, gelenekleri ve bu eşkıyalık hikayelerinin, geleneklerin, yaşantıların başta annesi olmak üzere aile fertleri tarafından ona sürekli anlatılmasıdır. Nitekim röportajlarında her fırsatta söz eder bundan. Ayrıca namlı bir eşkıya olan dayısı Mahıro’nun, başyapıtı sayılan, İnce Memed romanındaki etkilerinden bahsetmek mümkündür.
İkinci önemli coğrafi kaynağı onun romanlarının ana yurdu olan Çukurova’dır. Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği, bildiği topraklardır burası. Buradan beslendi, İstanbul’da yaşarken bile buraları yazdı. Başı İstanbul’da olsa bile kökleri Van’da, Anadoluda ve Çukurovadaydı. Bir yazarın en büyük banka hesabı çocukluğudur. Onun çocukluğu Çukurova’da geçmişti. İstanbul’da oturuyor ama Çukurova’yı yaşıyor, Çukurova’yı yazıyordu. Kökleri Çukurova, gövdesi Türkiye, dalları bütün dünya, yaprakları bütün insanlıktı. O yüzden nasıl ki Faulkner ’in Yoknapatawpha’sı varsa, Yaşar Kemal’in de Çukurova’sı var. Hatta o, her yazarın mutlaka bir Çukurova’sı olmalı diyordu. Tıpkı James Joyce’nin İrlanda’sı, Man’ın Meksikası, Puskin’ in Petersburg’u, Dostoyevski’nin Moskova’sı, Tolstoy’un Çiftlik’i gibi.
Çukurova’daki toplumsal yapıyı ele alan Yaşar Kemal; yaşadığı yörenin halkı ile bütünleşerek sanatını halk için yaptığını şu sözler ile ifade eder: ‘Ben iki şeye inanırım. İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine; halk ve doğa. Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. Etle kemik nasıl birbirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum’.
Bu sosyal, siyasal yapıdan devşirdiği tipler, karekterler, olaylar, yerler var. Ağalar, Beyler, köylüler, Toros Dağları, Anavarza Kayalıkları, Akçasazlıklar, yanıp kavrulan suya hasret topraklar, toprağa hasret köylüler.. Ve bunların arasındaki sınıfsal kavgalar, çekişmeler ve insanoğlunun büyük trajedisi. Değişimi, dönüşümü.. Özellikle de insanoğlunun iç dünyası, psikolojisi, bu psikolojinin altında yatan saikler, onu harekete geçiren nedenler ve illaki ağaların beylerin zulmüne uğramış, onun deyimi ile sırasında dünyanın en korkak, sırasında dünyanın en kahramanları köylüler. Abdi Ağa, Kel Hamza gibi ağa tiplemeleri, onların da üstünde devletle kurucu elitiyle irtibatlı Arif Saim Beyler, Ali Sefa Beyler. Onların kulu kölesi Rızalar, Ademler... Ve zülme başkaldıranlar, İnce Memedler, Gezik Duranlar, Çerkez İdris Beyler, Kürt Reşitler... Ve sırası gelince içindeki kahramanı parlatan köylüler, Yaşlı Süleymanlar, Sarı Ümmetler, Koca Dursunlar.. Kadınlar, yiğit yürekli kadınlar. Irazcalar, Hatceler, Hürü Analar.. Yel Musalar, Topal Aliler vs.
Bütün bunlar Kemal’in romanlarının anavatanı, Çukurova’nın yaşayan capcanlı, bugün bile orda burada bulacağınız kahramanları, tipleri, karakterleri. Yaşar Kemal onları ete kemiğe büründürüp evlerimizin içine taşıdı. Sadece Türkiye’ye değil, 42 dile çevrilmiş eserleriyle yedi kıta dört düvele taşıdı. Yaşamı boyunca 42 roman yazdı, yirmi iki de öykü. Şiirleri de var büyük romancının. Bu eserleriyle büyük kalıcı bir hizmet yaptı insanlığa. “Ben söze ve insanın onuruna bağlıyım” diyen bir yazardı o.
Ve üçüncü, beslendiği kaynak da tüm Anadoludur. Anadolu’nun bütün köşeleri, köyleri, kasabaları, bucakları dağları. Gazetecilik yıllarında, on iki yıl boyunca Anadolu’yu karış karış gezdi dolaştı. Oralardaki insan manzaralarını gördü, hikayler, ağıtlar, masallar dinledi. O azametli yapısıyla onlarla ağlayıp o devasa kahkahalarıyla onlarla güldü.
Travmalar zaten içindeki ateşi alevlendirmişti, Anadolu’daki yaşantılar, Van dağlarında şahit oldukları ve Çukurova’da gördükleriyle o alev bu yaşam pratiklerini tutuşturdu, yandı, alevlendi. Bir büyük yangın oldu tıpkı onun Ali Dağı’nın başında yaktığı büyük ateş gibi. Ve Yaşar Kemal’in içi bu olaylar ve gördükleriyle kurşunun ateş üstünde erimesi gibi eridi, yepyeni bir kimya meydana getirdi.
c) Etkilendiği yazarlar, şairler ve kitaplar
İşte o büyük yangınların içinde eriyerek yeniden oluşan kimyanın yeni kalıplara dökülmesi, yeniden hale yola girmesi gerekirdi. Bu noktada ise beşeri ilişkileri rol oynayacaktı. Kanımca bunda da üç şey etkili oldu. Bunlar okuduğu kitaplar, kurduğu ilişkiler, tanıdığı insanlardı. Destan, insan ve stran ilişkisi diyorum ben bunlara.
Yaşar Kemal bir kitap kurduydu. Okula giderken, babasının ölümüyle fakirliğe düşüp ırgatlık yaparken, sinemalarda çalışırken, arzuhalcilik yaparken, çeltik tarlası bekçiliği yaparken, traktör şoförlüğü, çırçır fabrikası yazıcılığı yaparken, bütün bu işlerde bulunurken bile hep okudu. Biriktirdi. Okudukları ve birktirdikleri daha sonra bir çeşmeden berrak bir su gibi gürül gürül akacaktı.
Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Puşkin’i, Gorki’yi, Şolohov’u daha o yıllarda ezbere biliyordu. Balzac’ı, Hugo’yu, Moliere’i okudu. Modern romanın başlangıcı sayılan Cervantes’i, Man’ı, Joyke’yi, Stendal’ı, Dikkens’ı, Kafka’yı ve diğer onlarca yazarı okudu, onlarla hemhal oldu; emdi, biriktirdi. Sıra emdiklerini vermeye geldiğinde hiç zorlanmadı o yüzden.
Daha genç yaşlarda Abidin ve Arif Dino ile tanıştı. Özellikle Arfi Dino’nun onun hayatında çok büyük etkisi oldu. Nazım Hikmet, Ahmet arif, Orhan Kemal, Sait Faik, Nurullah Ataç, Sabahattin Ali ve diğerleri... Bir çok şair, yazar, sanatçı, edebiyatçı dostu vardı. Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi ile tanıştı. Sonra İstanbul’un entelektüel ve sanat çevresi. Onda eriyen kurşunlarının nasıl kalıplara döküleceğine yardımcı oldular. Ve destanlar, masallar, yaşanmış hikayeler peşpeşe geldi.
Yaşar Kemal bir destancıydı aynı zamanda. Annesinin masallarıyla büyülenmiş, köylerine gelen destancıların destanlarıyla büyümüştü. Kozanoğlunun hikayesini söyleyen Dadaloğlu’nu biliyordu. Dengbejlerin şahı Evdalé Zeyniké en sevdiği dengbejdi. Gözü kör olduğunda kekeme olmuş dağlara kaçmıştı. Aslında o destanların yurdu dağlara sığınmıştı. Günlerce kendi kendine söylemiş, sonunda hem dili açılmış hem de ismi aşık Kemal’e çıkmıştı. Eşkıya hikayelerini, köy masallarını, Kaf Dağının ardında geçen masalları dinlemişti. Binbirgece masalları, Şehname, Odysseia, Don Kişot, Hint masalları, Alman masalları, Kürt masalları, Türk söylenceleri.
Folklor merakı onu halk söylencelerini, türkülerini illa da ağıtlarını derlemeye kadar götürmüştü. Bilerek ya da bilmeyerek bir hazineci olmuştu. Her yerden, insanlardan, Anadolu’dan, Çukurova’dan, destanlardan, ağıtlardan bu hazineye her gün yeni şeyler akıyor ha akıyordu. O da bu hazinenin kapısında duruyordu. Günü geldiğinde bent patladı, hazine etrafa topluma doğru gürül gürül aktı gitti.
Cevheri mücevhere çeviren adam
Kimi mücevheratın adı İnce Memed oldu, kiminin Sarı Sıcak, kiminin Teneke, kiminin Demirciler Çarşısı Cinayeti, kiminin Kale Kapısı, kiminin de Karıncanın Su İçtiği… Höyükteki Nar ağacı, Yılanı Öldürseler, Deniz Küstü, Akçasazın Ağaları. Ve daha niceleri. Ciltler ciltleri izledi.. Kelimeler dile geldi. Cümleler ovaları dağları resmetti. Sayfalar insan olup, aşk olup salındı. Korku olup, kahramanlık olup canlandı. Onları büyük maharetle canlandırdı Yaşar Kemal. Hem de insanlığa yararlı. Onları yaptı, yarattı, sonra saldı. Gidin karışın topluma, görevlerinizi yapın dedi. Ve onlar, Yaşar Kemal oldu, Yaşar Kemal da onlar.
O zulmün karşısında hiç eğilmedi, hep mazlumun yanında durdu. Bazen bu yolda ağır bedeller ödedi, sürgünler yaşadı, hapisler yattı. Banamısın demedi. Ama bir şeye çok üzüldü. Barışı görmeden göçüp gitmesiydi bu... Bir de binbir güçlük ve emekle topladığı ağıtlarının et kafalılarca yakılması… Anadoludan derleyerek getirdiği ve yatağının altında sakladığı dörtyüzden fazla ağıtı vardı. Onları buldular. Ve yatağı ağıtlarla birlikte gözleri önünde sobaya atıp yaktılar. O dem sanki onu da yakıyorlardı. Yüreği yandı. O gün o ağıtlardan korkarak yakan et kafalı zorbaların kim olduğunu kimse hatırlamıyor bile... Ama dünya durdukça ağıtları yakılan, romanları zaman zaman yasaklanan, itilen kakılan, insanlık için hertürlü güçlüğü göze alan Yaşar Kemal’i herkes hatırlıyor hatırlamaya devam edecektir.
Sonra hiç durmadan sonsuz bir nehir gibi aktı. Kendini gördü her halk o eserlerde ve benimsedi, her dilde dile geldi eserleri. Livaneli'nin deyimiyle 'Gözüyle kartal avlayan' yazar oldu çıktı. Akan zamana karşı, eserlerinin aksine yavaş yavaş yaşlandı sonra ayrıldı aramızdan 2015’in 28 Şubatında. Oğlum dediği ve çok sevdiği Welaté Xeribiyé’nın yazarı Mehmet Uzun’dan sonra yanlızdı, yanlız göçüp gitti.
O büyük kapıdan giren nadir yazarlardandı. Ne ki 1923’de başlayan yaşamı 2015’de son buldu. Sadık’ın oğlu, Van Ernis sürgünü, Göğceli’li Kemal gelip geçti bu dünyadan. Zaman akıyor hala... Ama o zamana karşı, ölümün elinden kurtardıklarıyla ölümsüzleşti. Kuyruklu bir yıldız gibi geçip gitti.. O gitti ama geride bıraktığı eserleri şimdi her bir hayatta her bir insanda yeniden yaşamaya, ışımaya devam ediyor…