Pestalozzi Çocuklar Köyü kitabı İsviçre’nin nasıl İsviçre olduğunu anlatır. Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı kitap ise Finlandiya’nın doğuşunu… Her iki kitabın da iki ortak özelliği var;
  1. Kültürü unutmamak
  2. Eğitime tabandan başlamak
Peki bizim hatamız ne? Eğitim bir yemek tarifi değildir. Herhangi bir ülkenin eğitimini alıp başka bir ülkeye aynı şekilde entegre edemezsiniz. O ülkenin başta ekonomik şartları olmak üzere birçok unsurunu dikkate almanız gerekli. Eğitime yama yapmaya çalıştıkça mutlaka bir yanı hep yırtık kalıyor. Eğitim bir bütün olarak ele alınmalı. Yani, siz “Avrupa’da da böyle” deyip kişi başına düşen milli gelirimizi hesaba katmadan önlük uygulamasını kaldırırsanız sadece fakirliği gözler önüne sermiş olursunuz. Üstelik bunu “özgürlük” diye adlandırıp özel okullarda forma uygulamasına devam ederseniz de Anayasa’nın eşitlik maddesiyle çelişmiş olursunuz. Kaldı ki eğitimde bunca sorun varken sisteme formadan başlamak ne kadar doğru tartışılır. Eğitim görüntüden ibaret, sığ bir olgu olmamalı. İyi eğitimden kastımız da hiçbir zaman çocuğun İspanyolcada “hola” diyebilmesi olmamalı. Ülkenin geneli hesaba katılarak değerlendirilmeli. Bir yanınız uzaktan eğitimde internetsizken bir yanınız her gün online ders alıp, her türlü materyale ulaşıyorsa ve siz bu iki uç kesimi aynı sınava sokup adına eşitlik diyorsanız orada durmanız gerekiyor. Toplumsal yapılara baktığımızda mevcut jeopolitik konumları, coğrafi konumları geliştikleri sektörü etkiler. Örneğin; Japonya’nın hiç tarım alanı yok onlar da bu gelişimi teknolojik gelişmelerde sağlamışlar ve teknoloji deyince aklımıza ilk gelen ülkedir. Bir örnek de Norveç’ten verelim balık deyince aklımıza ilk gelen ülkelerden biridir Norveç yani coğrafi konumunu bir avantaja çevirebilmiştir. Biz ise bir tarım ülkesiyiz. Ülkenin yapısını ve özelliklerini yok sayarak başka maceralar peşinde koşuyoruz. Bugün ağzımızdan çıkan iki kelimeden biri “inovasyon” elbette çağa ayak uyduralım ama üretmekten hiç bahsetmezken sürekli tüketmekten bahsediliyor. Üretmeden nasıl gelişebilir toplumlar, nasıl dışarıya bağımlılığını bitirebilir?  Üretim küçümseniyor. İlerinin mesleğinin kodlama, bilişim vs olacağını savunuyoruz. Haklı olabiliriz ancak bizim gibi herkes aynı düşünüyor dolayısıyla şimdinin niş olan alanı 20 yıl sonranın işsizler ordusu olabilir. Ekmek yemeden telefon kemiremezsiniz. Özellikle de teknoloji piyasası başka ülkelerdeyken teknoloji devi olmak artık çok zor Oysa ben sizlere geleceğin mesleğinin Türkiye’de tarım olduğunu söylüyorum.. Bunu dediğimde “21.yüzyılda sapanla üretim mi yapılsın yani” deniyor. Yahu ben size sapanla mı üretin diyorum? Ancak ata tohum saklamak gerekli, toprağın verimini arttırmak gerekli kısacası üretmenin ne demek olduğunu bilmek gerekli, doğayı korumak ve doğa hakkında bilgi sahibi olmak gerekli diyorum. 2004 yılında Ziya Selçuk da üretimden uzaklaşacağımızı “Endüstri toplumundan bilgi toplumuna geçiyoruz.” sözleriyle açıklıyordu zaten. Oysa hayata geçirilmeyen bilgi ne işe yarar? Bilgi, üretimde kullanılmadığı sürece hep dışa bağımlı, gelişmemiş bir ülke olarak kalmaz mıyız? Eğitimin asıl amacını anlamak için fazla uzağa gitmemize gerek yok Atatürk eğitimin amacını çok güzel ifade ediyor; “Eğitimin amacı yalnız devlete memur yetiştirmek değil; ülkede ahlaklı cumhuriyetçi, devrimci, atılgan, olumlu, giriştiği işleri başarabilecek yetenekte, dürüst, sorgulayıcı, iradeli, yaşamda karşılaşacağı engelleri yenecek güçte, karakter sahibi genç yetiştirmektir.” Daha iyi bir ifade olamaz sanırım. Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı kitabı da bu yüzden okullarda zorunlu yapmıştı. O dönemler Kuran’dan sonra en çok okunan kitap olmuş ve Köy Enstitülerinin temelini hazırlamıştı. İçinizde okumayanınız varsa muhakkak okusun. Kitapta köy köy dolaşıp insanların nasıl eğitildiği ve Finlandiya’nın nasıl kurulduğunu anlatılıyor. Eğitim tabandan başlayıp üste doğru yayılıyor. Ülkenin gerçeklerine kulak tıkamak yerine, gerçekler kabul ediliyor ve kendi kültürlerine uygun bir eğitim sistemi oluşturuluyor. Oysa şu anda ülkemizde sanki eğitim elit bir zümreye aitmiş gibi davranılıyor. Kalem, defter alamayan çocuklar ülkesinde, bir oyuncak eksik alındı diye özgüvenini kaybeden çocuklardan bahsediliyor, kuru ekmek yemek zorunda olan çocuklara kör olup ejder meyvesinin zeka gelişiminden bahsediliyor… 1930’lardan bir ders programı geçti elime “yurttaşlık bilgisi” ve “tabiat dersi” diye dersler var. İşte eğitimi kendi içinde de tabandan başlatmalıyız. Henüz yurttaş olma bilincini öğretemediğimiz çocuklarımızın kaç dil bildiğinin, matematiği ne kadar hızlı çözdüğünün bir önemi olmamalı. Tabiat dersi almayıp yerlere çöp atan bireylerde eğitimden bahsedemeyiz. Bizim ülkümüz çocuklarımıza önce insan olmayı öğretmek olmalı. İnsanlığın temelindeki vicdan, sorumluluk sahibi olma, vatansever olma, liyakat sahibi olma bu eğitimin meyvesi olarak karşımıza çıkacak. Çocuklarımıza temelden eğitimler verirsek başarı kaçınılmaz olacak. İşte benim eğitim anlayışım da bu. İlk yazımda size biraz eğitim anlayışımdan bahsetmek istedim. Ben alıştığınızdan daha farklı bir eğitimciyim. Çocuklarınızın birey olduğundan değil, toplum içinde yaşayan bir birey olduğundan bahsedeceğim. Ünlü İngiliz filozofun bir sözüyle yazımı noktalıyorum. “Eğitimin asıl büyük amacı bilgilenmek değil, harekete geçmektir.” Herbert Spencer