Yaşamak ve yaşatmak güzel şey be!..

Abone Ol
Bazıları sadece kendi öyküsünü bilir. Biz hekimlerin öyküleriyse pek çok insanın öyküleriyle iç içe geçmiş birbirine sarılmıştır. Belki de bu yüzden, şartlar ne olursa olsun, ne söylenirse söylensin mesleğimizi sevmeye ve keyifle çalışmaya devam ediyoruz. Bugün bayram ya herkes şuanda bayram tatilindedir. Kimimiz evimizin huzurunu, kimimiz tatilin konforunu seçsek de tatildeyiz, yani çalışmıyoruz. Tatil bu yüzden mutluluk çağrıştıran bir sözcüktür. Ancak tatillerde de çalışanlar var tabii ki. Tıpkı bir paragrafın parantez içi gibi, hariç tutulanlar var ve çalışmaya devam ederler. Mesela meslektaşlarım, hekimler. Çünkü hastalıklar mesai gözetmiyor. Neyse ki, insanlara gerçekten faydamız olduğunu görmek yorulmayı ve mutsuzluğu önlüyor. Pratisyen hekim olarak mesleğimi hep sevdim. Çevremin pek anlayamamasına rağmen, 1. basamak koruyucu sağlık hizmetlerini yapmanın gerekli ve çok keyifli olduğunu hep söyledim. Uzmanlaşmak, kariyer başmaklarını çıkmak istemedim. Belki de, gözüm “daha yükseklerde” olmadı hiçbir zaman. Gözü daha yükseklerde bir yerlerde olan herkes, günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır. Gözümüz kararınca tırmandığımız yüksekliğin keyfini de, bu uğurda verdiğimiz gayretin kıymetini de unutup sadece aşağıya düşme korkusunu hissedip yüksekte kalmayı tek gayemiz olarak görebiliriz. Uzun yıllar önce, bir köyde çalışıyordum. Köy ama öyle bir dağ köyüydü ki; peri masallarındaki şatolara ulaştıran yollar gibi, ıssız engebeli tali bir yolu vardı sadece. İlçe merkezine bile 1.5 saat mesafedeydi. İl idarecisi olarak çalıştığım 3 yılın sonunda sahada aktif olarak hekimlik yapmak istediğime karar verip, idareci olarak gayet konforlu olan görevimden istifa edip bu köye aile hekimi olarak çalışmaya gitmiştim, bu tercihimi de çevremin pek anladığını söyleyemeyeceğim. Ancak meslek sevgisi böyle bir şeydir. Daha faydalı olabildiğinize inandığınız zaman diyorsunuz ki “sevgi bazen insanın gücünden ve konforundan vazgeçmesidir”. Böylece o dağ köyünde yalnız başıma çalışmaya başladım. Tek sağlık personeli olarak ASM’de hem hekimlik hem hemşirelik yapıyordum. Çünkü kimseyi o köye çalışmaya gelmeye ikna edememiştim. Biri düşünecek olsa, “bazen o köyün yolu günlerce kapanır” dendiğinde vazgeçiyordu. Artık işyerim, bu köyün girişinde bulunan, geniş bir bahçenin içindeki iki katlı küçük ama güzel, büyük demir kapısı olan bir binaydı. Evim de, girişi o binanın içinde olan üst kattaki lojman dairesiydi. “Evden işe gitmem 10 saniye olacak, bu harika!” dediğimde pek hak veren olmamıştı. Kitaplarımı dizip yerleştiğimde o derin ıssızlık ve sessizlikteki evimi sevmiştim. Sabah mesai saatinde aşağı iniyordum, civardaki tüm köylerden hastalar geldiği için yoğun bir gün geçirirdim. Akşam mesai sonrası kısacık bir merdivenden çıkıp eve giderdim. Ancak ıssız bir köyde tek hekimken mesai diye bir kavram olması imkansızdı. Düşmeler,  göğüs ağrıları, akrep-yılan sokmaları gibi aciller saat dinlemiyordu. “Akreplere mesai saatlerini öğreteceğim bakın görün” diye espri yapıyordum. Akrep sokması vakaları hep gece sabah karşı olurdu. Köylülerden bunun sebebini öğrenmiştim; akrepler sabah serinliğinde yuvalarından çıkıyorlarmış.
Belki de, gözüm daha yükseklerde” olmadı hiçbir zaman. Gözü daha yükseklerde bir yerlerde olan herkes, günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır.
Böylece, her gece sabaha karşı saat 04:00-05:00 arası binanın demir kapısı yumruklanarak “doktoor, uyan doktoor” sesleriyle uyanmaya başladım. İlk günler korkarak, yatağımdan sıçrayarak uyanıyordum ve “ne oluyor neredeyim” anlamam zaman alıyordu. Bir süre sonra ise alışmıştım. Kapı zili de taktırmıştım, zilin sesini duyunca hemen yatağımdan fırlayıp aşağı iniyor ve hastama müdahale ediyordum. Genelde akrep sokmasıyla getirilen vakalar çocuk olurdu. Babasının kucağında getirilen minik bedeni baygın olurdu bazen, bazen de çığlık çığlığa ağlarken başına ne geldiğini anlamaya çalışırdı. Hızla ilaçlarını yapıp serumlarını verirdim. Tedavisini tamamladıktan sonra, yukarıya çıkıp tekrar uyumaya çalışırdım. Çünkü birkaç saat sonra mesai başlayacaktı. Düşünüyorum, hiç yakınmazdım bundan. Sabah telefonda arkadaşlarıma, gece pijamayla yaptığım akrep mesaisini anlatırken gururlanırdım. Çünkü o çocuğun o haldeyken, ilk müdahale için bana gelemeyip de ilçe merkezine gitmeye çalışması ya da oradan gelecek ambulansı beklemesi ihtimalini düşünemiyordum. Ve birkaç gün sonra ASM’den içeri koşturan neşeli çocuğun ne kadar sağlıklı olduğunu görmek kadar, ailesinin “bakın çocuğumuz sayenizde ne kadar iyi, sağ olun hocam” demeleri de beni çok mutlu ve motive ediyordu. Öyle ki, her seferinde sanki dünyanın sayılı zorluktaki ameliyatlarından birini yapmışım ya da yeni bir kıta keşfetmişim gibi gururlanır keyiflenirdim. Sevmeyi şairlerden öğrendik belki ama yaşamın kıymetini her an yaşayarak ve yaşatarak öğrendik. Meslek sevgimizi de böyle keyifle ve gururla beynimize yazdık. Yetmedi, bazen böyle kalemle de yazdık paylaştık.  Bazıları sadece kendi öykülerini bilir. Bazılarıysa hem kendi hem başkalarının öykülerini bilir. Ama bütün öyküleri bilmek imkansızdır. Biz hekimlerin öyküleriyse pek çok insanın öyküleriyle iç içe geçmiş birbirine sarılmıştır. Belki de bu yüzden, şartlar ne olursa olsun, ne söylenirse söylensin mesleğimizi sevmeye ve keyifle çalışmaya devam ediyoruz. Bugün çalışıyorsanız da dinleniyorsanız da mutlu bayramlar…