YAE tartışmasını aşmak
YAE'ciler için mesele Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, vesayetten kurtarılmasıydı. Bugün de savunulası olan bu ilke siyasi aktörün verilen şansı kötüye kullanmasıyla yanlışlanamaz. Ayrıca hayırcı aydınlar da Türkiye’yi daha demokratik buldukları için 'hayır'ı savunmadılar.
12 Eylül 2010 tarihinde Türkiye’nin yakın tarihini önemli şekilde etkileyen bir referandum gerçekleşti. 12 Eylül gibi Türkiye tarihi için hayli sembolik bir günde gerçekleşen referandumun tartışmaları o günden beri sürüyor. Hiç şüphe yok ki, uzun süre daha üzerine tartışılmaya devam edilecek. Ancak referandumun getirdiği sonuçlar yerine o dönem öne çıkan bir kampanya daha çok tartışma konusu yapılıyor: “Yetmez ama evet” (YAE). “Yetmez ama evet” sloganıyla cisimleşen başta birtakım aydınlar olmak üzere liberaller ve sol hareketin de bir kısmı tarafından sahiplenilen bu slogan özellikle Erdoğan’ın otoriter bir tarzla Türkiye’yi yönetmeye başlamasından sonra sıklıkla gündeme getirildi. YAE tartışmaları şu şekilde ilerliyor; o dönem hayır kararını savunan kesimler (ki büyük çoğunluğunu ulusalcılar oluşturuyor) YAE’nin Erdoğan’ın otoriterliğine meşruiyet kazandırdığını savunuyor. O dönem YAE’yi savunan kimi aydınlar ise bu kampanyayı savunarak hata yaptıklarını belirtiyorlar. Yani dönemin hayırcıları bugün yaşamakta olduğumuz sürecin sorumluluğunu YAE’yi savunanların omuzlarına yüklüyor. Kampanyayı destekleyen aydınların bir kısmıysa bu suçlamayı kabul ederek günah çıkarıyor. İki görüşün ortak noktası Türkiye tarihini ve siyasetini uzun erimli bir bakış açısıyla değerlendirmekten kaçınmasında yatıyor. O yüzden yeni bir tarih okumasına hatta tarih yazımına ihtiyacımız var.
Tarih yazımı özünde kurguya dayanır tıpkı hikâyede olduğu gibi. İdeolojik bakışa yahut perspektife göre de farklı tarih yazımları veya hikâyeler şekillenir. Şekillenen tarih yazımları ise dönemlere (periyot) dayanır ve tarih yazımına farklılık katan da bu dönemlere ayırma meselesidir. İngiliz Marksist tarihçi Eric Hobsbawm önemli çalışmalarından biri olan “Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı” adlı kitabında yirminci yüzyılı yetmiş yedi senelik bir zaman dilimine sığdırır. Önemli iktisatçılardan Giovanni Arrighi ise “Uzun Yirminci Yüzyıl” adlı kitabında Hobsbawm’a da gönderme yaparak yirminci yüzyılı neredeyse iki yüz elli senelik bir zaman dilimine yayar. İki kitapta tarih yazımında dönem oluşturmanın sayıların ötesinde olduğunu gösterir. Her bakış açısı yeni bir kurgu yeni bir anlatı getirir. Bu sebeple tarih yazımında “yüzyıl” kimi zaman yüzden fazla olabilir, kimi zaman da eksik. Bundan yola çıkarak Türkiye tarihini yeniden değerlendirebilir; modern Türkiye’nin oluşumunu resmi kuruluş tarihi olan 1923’ten çok daha gerisine götürebiliriz.
Erik Jan Zürchrer “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” adlı kitabında modern Türkiye’nin oluşumunu on dokuzunca yüzyıla götürerek yeni bir dönemlendirme yapar. Biz de bu dönemlendirmeye göre hareket edersek on dokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar çeşitli gelgitlere ve kırılmalara dayanan bir Türkiye tarihi yazabiliriz. Bu uzun Türkiye tarihinde Abdülhamit istibdadı, İttihat ve Terakki darbesi, Kemalist tek parti yönetimi ve son olarak Erdoğan’ın başkanlık sistemi var. Uzun Türkiye tarihindeki bu dört dönem birbirlerinden oldukça farklı düşünce yapısına sahip iktidarların egemenliğinde geçti ve Erdoğan yönetimi hala sürüyor. Erdoğan (AK Parti), Kemalistleri; Kemalistler Abdülhamit ve İttihatçıları, İttihatçılar ise Abdülhamit istibdadını suçlayarak kendi tarih yazımlarını ortaya çıkardılar. Bu dört dönemin de özgürlük ve demokrasi hedefleriyle başlayarak yerini otoriter bir yönetime bırakması ilginç bir benzerlik. Yani Geç Osmanlı’dan başlayan modernleşen Türkiye’nin uzun tarihi özgürlük ve otoriterlik arasındaki bir gelgitle ilerliyor. Türkiye siyasetinde çözülmesi gereken kronik rahatsızlıkların reçetesi ise bu gelgitleri anlamaktan geçiyor.
Uzun Türkiye’nin tarihi bu gelgitler ve süreklilikler üzerinden anlaşılmadığında herhangi bir dönemin ya da tarihsel figürün salt öcüleştirildiği yahut göklere çıkarıldığı özcü bir yaklaşım ortaya çıkıyor. Böyle bir yaklaşım sonucunda; Mustafa Kemal çocukluğundan beri demokrasi arzulayan tarihsel lider; Erdoğan ise daha en başından otoriter bir sistem kurmak isteyen gizli ajandası olan bir lider olarak çizilebiliyor. Halbuki uzun Türkiye’nin tarihini otoriterlik ve özgürlük arasında bir gelgit üzerinden okursak hiçbir tarihsel özne başından otoriter veya özgürlükçü olarak değerlendirilemez.
Bu bakış açısıyla ve tarihsel perspektifle baktığımızda bir nebze olsun YAE’de sıkışan tartışmaları açmak ve genişletmek için fırsat bulunabilir. Suçlamak ya da günah çıkarmak ikilemine hapsedilmiş bir tartışma Türkiye’nin kronik demokrasi sorununa çözüm getirmeyecektir. 2010’da YAE destekçileri için mesele Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve vesayetten kurtarılmasıydı. Bugün için de anlamlı ve savunulası olan bu ilke; siyasi aktörlerin verilen şansları kötüye kullanmasıyla yanlışlanamaz. Ayrıca o dönem hayır kararını savunan birtakım aydınlar ve sol hareketin bir kesimi de Türkiye’yi daha demokratik buldukları için hayır kararını savunmadılar. Bu yüzden de Türkiye’nin otoriterlik ve özgürlükçülük gelgiti arasında giden tarihsel sürecini de YAE’de sıkışıp kalan tartışmadan çıkarmak, daha geniş bir tartışma sürecinin kapısını aralamak gerekiyor.