Vilnius Zirvesi’nden sonra

Abone Ol
Türkiye-NATO ilişkilerinde topyekûn bir restorasyonun kaçınılmaz bir gelişme olduğu düşüncesinin, en azından AKP başta olduğu sürece, gerçek bir politik öngörüden ziyade aşırı bir iyimserliği yansıttığını buraya not düşmek gerekiyor. 28 Mayıs seçimlerinden sonra Recep Tayyip Erdoğan batı blokuyla ilişkileri rehabilite etmek yönünde bir politika izliyor. Bu politikanın geçici mi, kalıcı mı olduğunu söylemek için henüz erken de olsa hükümet kompozisyonu bu istikameti açıkça gösteriyor. Bu yeni siyasanın kristalize olduğu anlardan biri de Litvanya’nın başkenti Vilnius’taki NATO liderler zirvesiydi. Bu zirve için Vilnius’un seçimi tesadüfi değildi. Rusya’nın Ukrayna işgalinden beri NATO’nun kalbi Baltıklar-Polonya hattında atıyor. Burası tarihsel olarak Rusya’nın batıya genişlemesi önündeki en büyük engel olan Polonya-Litvanya Birliği’nin tarihsel kalbidir ve 1989-1991’in ümitlerinin -otuz yıllık bir süreçte- tamamen kırılmasıyla üç yüz yıl sonra yeniden bir hudut kalesine dönüştü. Türkiye’de bu zirve küresel ve jeopolitik anlamı üzerinden değil, daha ziyade İsveç’in NATO’ya katılması meselesi üzerinden konuşuldu ve yine çok hamaset yapıldı. Oysa bilinenin aksine, bu zirvede İsveç’in NATO üyeliğini desteklemeye “ikna edilen” bir değil iki ülke vardı: Türkiye ve Macaristan. Tarihin tuhaf tecellisiyle, yöneticilerinin Turanî miraslarını vurgulamak konusunda son derece hevesli davrandığı bu iki ülke, tarihsel olarak Panturanizm’in en büyük düşmanı olan Rusya’ya karşı, mensup oldukları savunma ittifakı içinde en güvercin siyaseti uyguluyorlar. Aslında bu durumun özünde Türkiye ve Macaristan hasbelkader NATO üyesi olsalar da yönetici zihniyetin ideolojik kodları itibariyle Rusya’yla daha çok şey paylaşmaları yatıyor: bu tarihsel ve jeopolitik olarak bir sapma. Bundan da öte bu iki ülkenin Rusya’yla detaylarına kamuoyunun tam vakıf olmadığı finansal ilişkileri mevcut. Finlandiya’nın dahi NATO’ya üye olduğu bir konjonktürde, İsveç’in NATO’nun dışında kalması, bekleme odasında kaybedilen beyhude bir vakitten başka bir şey ifade etmiyor. Şüphesiz askerî açıdan asıl kilit mesele Rusya’yla sınırdaş olan Finlandiya’nın NATO’ya alınmasıydı ki bu hızlı şekilde gerçekleşti; İsveç’in üyeliği ise jeopolitikten ziyade batı blokunun politik konsolidasyonu itibariyle anlamlıydı. Erdoğan, eğer batıyla ilişkileri rehabilite etme politikasını sürdürecekse İsveç’in NATO üyeliğine “evet” demekten başka seçeneği yoktu. Muhalefetin bunu “dün hayır dedi, bugün evet dedi” diye bir tutarsızlık anlatısı üzerinden bir politik itiraza dönüştürmesi de AKP’ye oy veren kitleler açısından anlamlı değildir, günlük siyasetin gelip geçiciliği içinde bugün söylenip yarın hatırlanmayacak bir laftan fazlası değildir.  MHP’nin İsveç’in NATO’ya dahil olmasına dair görünürdeki itirazı da çok uzun sürmeyecektir. Ancak Yeniden Refah Partisi’nin daha ideolojik bir çizgide bu kanunu TBMM’de onaylamaması beklenebilir bir durumdur.
Türkiye’nin güvenliğini doğrudan ilgilendiren konularda İsveç’ten taviz almaya çalışması doğrudur, ancak günün sonunda Putin Rusya’sının yayılmacı politikasının tüm Avrupa’nın geleceği için en büyük tehdit olduğu gerçektir.
ABD’li gazeteci Seymour Hersh’in bahsettiği, Joe Biden’ın Türkiye’ye verdiği IMF kredisi sözü veya F-16 satışı konusunda, geçtiğimiz aylarda üzerinde çok konuşulan pazarlıklar Türkiye’nin sadece NATO hususunda değil, genel olarak dış politikadaki genel yaklaşımını göstermek bakımından önemlidir, fakat İsveç meselesinin özünü kaçırmamak gerekir: Türkiye’nin İsveç’in üyeliğini onaylamak için pazarlık yapması anlaşılırdır, hele Türkiye’nin güvenliğini doğrudan ilgilendiren konularda İsveç’ten taviz almaya çalışması doğrudur, ancak günün sonunda Putin Rusya’sının yayılmacı politikasının tüm Avrupa’nın geleceği için en büyük tehdit olduğu gerçektir. Türkiye’de mevcut denge politikasıyla bu tehdit çemberinin dışına çıkamamaktadır. Burada herkesi ilgilendiren bir ortak siyasi sorumluluk vardır. Eğer Rusya 2008’de Gürcistan’a tanklarını soktuğu zaman karşısında bugünkü uluslararası mukavemeti bulsaydı, Gürcü halkı Ruslar karşısında yalnız bırakılmasaydı biz geçen yıldan beri Ukrayna’da devam eden felaketleri görmezdik. Neville Chamberlaine’in 1938’de Münih’te yaptığı gafleti çağrıştıran ve on yılı aşkın süren sözde yatıştırma politikası Putin Rusya’sının ancak daha pervasızlaşmasına yol açtı ve Rus tanklarının Bahmut’a kadar gelmesine sebep oldu. Bu genel olarak NATO ve AB’nin liderlik ve jeopolitik düşünme zaafının yansımasıdır. Son tahlilde batıyla topyekûn bir yakınlaşma önünde, hükümetin gözden gelemeyeceği jeopolitik ve ideolojik engellerden olduğunu hatırlatmak gerekir. Suriye’deki ve Dağlık Karabağ’daki mevcut durumlar göz önüne alınırsa Türkiye ile Rusya arasında büyük bir kriz göze alınamayacak kadar vahim neticelere yol açabilir ki o vahim neticeler ihtimalini bir anlığına bir kenara bıraksak bile, salt Rusya’yla mevcut ilişkilerin ekonomik boyutu düşünülürse böyle bir angajmandan çekinileceği açıktır. Öte yandan, en azından ilişkiler bu seviyede seyrederse, Türkiye öngörülebilecek bir süre için NATO’yla daha uyumlu çalışma eğiliminde olacaktır. Fakat Türkiye’deki iktidarın gelgitli yapısı, keyfilik ve kişiselliğin beklenmeyen anlarda sürpriz durumlara yol açan etkileri, geçen yıllarda defalarca şahit olduğumuz üzere uzun vadeli olması beklenen politikalarda sürekli kırılmalar yaratarak ülkeyi dış politikada sürekli birbiriyle çelişkilere sürüklüyor. O bakımdan Türkiye-NATO ilişkilerinde topyekûn bir restorasyonun kaçınılmaz bir gelişme olduğu düşüncesinin, en azından AKP başta olduğu sürece, gerçek bir politik öngörüden ziyade aşırı bir iyimserliği yansıttığını buraya not düşmek gerekiyor.