Türkiye’de şehircilik meselesi ideolojik değil nörolojik bir vaka. Zira işin içine bilhassa inşaat rantı girdiğinde “Mustafa Kemal’in askerleri” ile eskinin mücahitleri bir anda ortay paydada buluşup, uzlaşıveriyorlar.Tam burada Osman Bey’in oğlu Orhan’a söylediği serdedilen vasiyeti, forward-history olarak önümüze düşüyor: “Gönül kerestesile bir Yenişehir ve Pazar yap. Kırıp geçirdin küffarı Bursa’yı da yık tekrar yap.” Bence asırları aşıp modern zamanlara konan bu kerametvari söz, Bursa’yı yönetenlerin tek çıkış yolu. Hadi kehanetvari bir dipnot daha geçelim: Arkitekt dergisi, 1993 yılında “Osmanlı metropolü Bursa” başlıklı gezi esnasında bir ütopya yarışması düzenler, “Şehrin yıkılıp, yeni baştan yaratılması”nı önceleyen konu, birinciliğe layık görülür. TÜRKİYE’DE ŞEHİRCİLİK MESELESİ İDEOLOJİK DEĞİL NÖROLOJİK! 1879-1956 yılları arasında yaşamış ve faşizm yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalan Alman mimar ve şehir planlamacısı Gustav Oelsner, 1939’da Türkiye’ye de gelir. Turgut Cansever, 1943 yılında şehircilik dersine girdiği Prof. Oelsner ile ilgili şu hatırasını nakleder: Alman Hoca, “Bana söyleyin Türkiye’de ne yapmalı?” diye sınıfa sormuştu. Herkes bir şey söyledi. “Bilemediniz, ben söyleyeyim.” dedi: “Türkiye dua etmeli ama niçin biliyor musunuz? Belediyelerin kasalarında mevcut bulunan imar planlarını uygulayacak yöneticiler çıkmasın diye. Eğer çıkarsa Türkiye birkaç yıl belini doğrultamayacaktır.” Bilge Mimar, hocasının neden böyle dediğini şu sözlerle açıklar: “Eline cetvel alıp Osmanlı’nın insan ölçeğindeki sokaklarını kargacık burgacık diye tarif eden kişiler, onların üzerine çizgi çizip geniş yollar yaparak, üzerinde arabaların hızla gittikleri, altlarında çocukların ezildikleri, insanların egzost dumanından kanser oldukları, annelerin çocuklarını sokağa çıkarmaktan korktukları bugünkü şehirleri imar ettiler.” Şunu da belirteyim: Türkiye’de şehircilik meselesi ideolojik değil nörolojik bir vaka. Zira işin içine bilhassa inşaat rantı girdiğinde “Mustafa Kemal’in askerleri” ile eskinin mücahitleri bir anda ortay paydada buluşup, uzlaşıveriyorlar. “TANRI ÖNCE BURSA’YI YARATTI, SONRA DA BURSALILARI” Bursa’nın yeşilden griye dönüşen süreci hakkında elbette çok söz söylenir. Ama burada iğne-çuvaldız ikileminin muhatabı hiç kuşku yok ki Bursalılar. Eski şehri bırakıp önce Kükürtlü-Çekirge havalisine (ki burası hâlâ nasılsa çok güzel ve bir gün Çekirge Apartmanlarıyla alakalı bir yazı kaleme alınmalı değil mi sevgili hocam?) oradan da Mudanya yolu üzerindeki Bademli’ye göçen, son birkaç yıldır da İzmir yolu civarındaki lokasyonları tercih eden ‘yerli halk’, eski Bursalılar Facebook sayfasında fotoğraf like’layıp, kalan hayatlarına devam ediyorlar. Şehrin dijital ansiklopedisi addedilen Bursa Tahtakale Buluşmaları programında, ‘Kentin Evrimi’ başlıklı bir konuşma yapan Gökhan Yavuz Demir’in sarf ettiği, “Tanrı önce Meksika’yı yarattı sonra da kimsenin gözü kalmasın diye Meksikalıları” sözünü Bursa-Bursalılar öznesiyle değiştirmek herhalde abesle iştigal olmaz. Son olarak; Aşk ve Öbür Cinler’de, Gabriel Garcia Marquez’e muhabirlik zamanlarında amirinin yönelttiği “Oralarda dolaş bakalım, neler bulabileceksin?” sözünü üstüme aldığım için şimdilerde berbat bir yatakhaneye dönüşse de ‘ikinci zaman’ın bir şekilde kendini gösterdiği koridorları gezip, buralardan hikâyeler devşirmeye devam ediyorum. Bu, işin romantik yanı. Şehrin yeniden eski kimliğine kavuşması içinse rasyonel bir perspektiften ilkgençliği Bursa’da geçmiş biri olarak, Fransız Marksist-Sosyolog Henri Lefebre’in ‘kentsel devrim’ini onaylıyorum hâliyle, ha bir de ‘akla karşı tez’den Şükrü Erbaş’a uzanan bir şiir bırakıyorum, molozların kıyısına: “Köylüleri niçin öldürmeliyiz?”
Velhasıl Bursa betondan ibarettir!
Bursa bugün merkez ve periferinin iç içe geçtiği trajik bir puzzle. Şimdi İmparatorluğun kurucu babalarının uyuduğu yerden şehre baktığınızda kabristanlar hariç her yerin gri (Doğanbey TOKİ’ler, deliren şehrin hunisi) olduğunu görüyorsunuz.
Başlık; Evliya Çelebi’nin 1640 senesinde tahtıkadim Bursa’ya gerçekleştirdiği ilk seyahatinde söylediği “Velhasıl Bursa sudan ibarettir!” sözünün tersyüz edilmiş hâli. Bugün nasıl Boğaziçi’ni çekip aldığınızda İstanbul’dan geriye muhteşem çöplük kalıyorsa, Bursa’dan da sırtını verdiği, yaslandığı Uludağ’ı kaldırsanız yeşil ve su namına hiçbir şey görünmeyecek. Çünkü özellikle ‘planlı kalkınma ve sanayileşme hamlesi kapsamında’ resmen 1966’da (Adalet Partisi iktidarında, I. Demirel hükümeti yıllarında) Türkiye’de kurulan ilk organize sanayi bölgesinin Bursa’ya inşa edilmesi, Osmanlı’nın dibacesi için sonun başlangıcı olmuştur.
Böyle cümleler kurduğumda, “E, ne yapalım, memleketin inkişafı ve terakkisi için yatırımlar yapılmasın mı?” sorularının hücum ve polemik sisi sarıyor etrafı. Ben de o zaman kestirmeden bir Cemal Nadir Güler tiplemesiyle cevap vermiş olayım: “Mesele o değil ki Yeni Zengin, bunu sen de biliyorsun?” Mesele ne o zaman derseniz, yine en kısa yoldan yanıtlayayım: “Kentsel değil rantsal dönüşüm!”
LUİGİ PİCCİNATO’NUN ASKERLERİYİZ!
Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu’ndan Mesut Özkeser’in şahsî Instagram hesabından yaptığı ve sosyal medya ağzıyla konuşursam before-after paylaşımlarını incelerseniz, şehrin çok değil, 50-60 yılda nereden nereye geldiğini şaşarak görürsünüz. Ben buradan yürüyerek, Bursa’nın başkalaşım geçirme serüvenine değineceğim. Kentin belleğinde ‘küçük kıyamet’ diye anılan 1855 Bursa depremini ve şehri neredeyse yeniden yaratan adam Ahmet Vefik Paşa'yı bir kenara koyalım şimdi. Görece bize yakın bir zamanı, 1958 Kapalıçarşı yangınını hatırlayalım:
Bu felakette eski Bursa büyük ölçüde yitirilmiş, Demokrat Partililer, belki de Başvekil’in 1954 İstanbul İmar Planı’ndan günah çıkartırcasına, giderayak önemli bir işe imza atmışlar ve İtalyan mimar ve şehir planlamacısı Luigi Piccinato’yu Bursa’ya getirmişlerdir. Piccinato, eski kent merkezine müdahale ederken, Osmanlı mimarisi ve şehirciliğini örnek alacak; modern şehircilik ilkelerinden gerektiğinde taviz vererek geleneksel konut ve yerleşme dokusunu korumaya çalışacaktır. Ancak Piccinato’nun “L’Esperienza del Piano di Bursa”, yani “Bursa Planı Deneyimi” hayata geçmez, böylesi bir uygulamaya en çok da Bursalılar (imge, kendi tarzında öldürür değil mi?) karşı çıkar, ova sanayi için imara açılır, ardından şehir taşranın istilasına uğrar.
Bakın Bursa Ticaret ve Sanayi Odası eski başkanlarından Hüseyin Suat Sungur, yıllar sonra verdiği mülakatta nasıl konuşuyor: “Nerede hata yaptığımıza gelince; 1959’da ABD hükümeti Türkiye’de bir sanayi bölgesi kurulması için 2,5 milyon dolarlık bir fon oluşturdu. Bu sanayi bölgesi için de Adana, Bursa ile yarışa girdi ve en sonunda ipi Bursa göğüsledi.
Biz bu çerçevede OSB’yi Mudanya yolundaki bataklık ve sazlık bölgede kurduk. Yanlış yaptığımız şey, konuyu tüm unsurları ve sonuçlarıyla değerlendiremedik, bütünsel yaklaşamadık. Oluşacak büyük göçü, bunun olumsuz etkilerini hesaplayamadık. Keşke o günlere dönmek mümkün olsaydı da aynı yanlışı yapmasaydık.”
TEK ÇIKIŞ YOLU: BURSA’YI YIKMAK!
Bursa bugün merkez ve periferinin iç içe geçtiği trajik bir puzzle. Şimdi İmparatorluğun kurucu babalarının uyuduğu yerden şehre baktığınızda kabristanlar hariç her yerin gri (Doğanbey TOKİ’ler, deliren şehrin hunisi) olduğunu görüyorsunuz. Pekâlâ bugün Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin iyi niyetli olmasını umduğumuz bir çalışması var: Ben de eski şehrin çerini çöpünü temizleme gayreti için 2010’daki anayasa değişikliği sürecinde popüler olan sloganı değiştirip kaydedeyim o vakit: “Evet ama yetmez!” Çünkü Bursa, merkez ilçeler addedilen Osmangazi-Yıldırım-Nilüfer ölçeğinde obez bir kentleşmenin heyulasında.