Vakit tamam!
bu trenden inenler bir daha binemez” demişti ama anlaşılan o ki “köprülerin altında çok su akmış” gibi görünüyor.
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”!
Sistemin işlemez olduğu açıktı ama “hızlı” olma hırsı, iki yüzyıla yakındır kurma çabası içinde olduğumuz parlamenter sistemi, “tek kişi”nin iki dudağı arasına sıkıştırmış oldu.
Bu sıkışma hali, La Fontaine’nin rüzgar ile güneş arasındaki iddiayı anlattığı masalına benziyor.
ZORLA GÜZELLİK OLUR MU?
Mevsimlerden, Latinlerin, “küsüm ayları” dediği sonbaharmış.
Yolcular, havanın bozulma ihtimalini de göz önünde bulundurarak, gocuklarını yanlarına alırmış.
Masal bu ya, o sırada rüzgar ile güneş kendi güçleri ve yetenekleri üzerine bir tartışma içindelermiş.
İlk rüzgar görmüş.
“Bak” demiş, güneşe, “aklı sıra bütün önlemlerini aldığını düşünüyor şu zavallı yolcu ama beni hesaba katmamış”.
“Ne yapabilirsin ki?” diye sormuş güneş.
“Gör bak neler yapacağım” diye cevap vermiş rüzgar; “öyle bir eseceğim ki dayanamayacak o gocuğun düğmeleri”.
“Esmeye esersin de…” demiş güneş; “bahse girerim ki o gocuğu sen değil de ben çıkartırım onun sırtından”.
İddialaşmışlar.
Rüzgar başlamış üfürüp esmeye; öyle ki göğün her tarafını kara bulutlar kaplamış. Rüzgar, fırtınaya davetiye çıkarmış; fırtınayı, kasırga izlemiş. Damlar uçmuş, gemiler alabora olmuş. Ve fakat adamın sırtındaki gocuk bir türlü çıkmamış.
Sonunda pes etmiş rüzgar; biraz mahcup, çoklukla öfkeli yol vermiş güneşe:
“Haydi sıra sende” demiş, “göster marifetini de görelim”.
Ardından da, “iddia ederim ki benim yapamadığımı sen hiç yapamazsın” diye eklemiş.
Güneş bu, önce yeryüzünün yüzünü güldürmek için kara bulutları dağıtmış. Sonra usulca girmiş gocuktan içeri; terlemiş yolcu.
Açmış düğmeleri ama ısındıkça ısınmış; bakmış olacak gibi değil, çıkartmış gocuğu.
Hem de hiçbir zorlama olmadan, kendiliğinden; üstelik güneş var gücünü kullanmadığı halde!
Cumhurbaşkanlığı adaylığı tartışmalarının alevlendiği böyle bir ortamda Erdoğan’ın aday olmamayı göze alması, gocuğu çıkaramayan rüzgarın pes etme halini çağrıştırıyor.
AKLIN YOLU NEYİ GÖSTERİYOR?
Deniyor ki "Erdoğan kazanamayacağı seçime girmez”
Türkiye’nin geleneği, “seçime gerek yok” ihtimaline izin vermeyecek kadar güçlü bir demokrasi eğilimine sahip olduğuna göre, mevcut iktidar için tek yol olarak, parlamenter sisteme dönüş seçeneği kalıyor.
Bunun anlamı açıktır:
Topluma dayattığı başkanlık sisteminin işlemez hale gelmesi, iktidarın, psikolojik üstünlüğü kaybettiğini gösteriyor.
Üstünlük kaybını en çarpıcı bir biçimde bürokraside görüyoruz; bakanlık koridorları, muhtemel iktidar partilerine şirin görünmek isteyen bürokratlardan geçilmiyor.
Kulisi bırakalım ve mevzumuza geri dönelim:
“Aklın yolu bir” ve o “akıl”, Türkiye’nin geleceğinin, demokratik parlamenter sistemde olduğuna işaret ediyor. Çünkü tarihin tecrübesi, göstermektedir ki ne kadar yetenekli olursa olsun, hiç kimse bir başına ne bir ülkeyi kurtarabilir ne de ileri atılımını sağlayabilir!
Yukarıda da vurguladım; başkanlık sistemi olarak adlandırılan ve bugün işlemediği açıkça görülen ucube sistem kurgulanırken, "hızlı olma" gerekçesi gösterilmişti.
Dönüp insanlık tarihine bakın; hiçbir başarının manivelası hız değildir; başarının temeli, bilimsel bilgi, stratejik beceri ve ortak akıldır.
"Mücbir sebep" varsa “hızlı” olmak, belki mazur görülebilir ama “hız” denilen anlamsız kavram, dere yataklarına konut yapmak, ormanlık alanları ranta açmak ve kamu ihalelerini istenilen isme vermekten başak işe yaramaz. “Milletin ….. k.ymak” derdine düşen müteahhitleri de, “hız” sisteminin ürettiği kuşkusuzdur. Dolayısıyla "hızlı iş bitirme" bir marifet değil; olsa olsa "allem kullem"e kapı aralamanın üstündeki bir örtü olabilir.
Türkiye’nin ihtiyacı bu mu?
Elbette değil!
Türkiye’nin ihtiyacı, modern bir kamu yönetimi oluşturmaktır; modern bir kamu yönetimi için açıklık, katılımcılık ve hesap verebilirlik ön koşuldur.
GENÇ İSKENDER TEK BAŞINA MI FETHETTİ HİNDİSTAN’I?
Her şeyi açıkça konuşacağız ve ihtiyaç duyduğumuz her an kamu yönetimini elinde bulundurandan hesap vermesini bilecektir.
Kişiler ilgi alanımızda değil, bizim için önemli olan modeldir.
Sıkça tekrarladığım, Brecht'in bir şiiri var; yeri gelmişken mealen aktarmak isterim:
"Genç İskender tek başına mı fethetti Hindistan'ı
Yanında bir ahçısı da yoktu?"
Elbette vardı!
Tarihte iz bırakmış pek çok şahsiyet, ki Mustafa Kemal bunlardan biridir, imza attığı başarılarını adı konulmamış olsa da katılımcılık ilkesi çerçevesinde yapmıştı.
İçinde bulunduğumuz günlerde 99. Yıldönümü kutlanacak olan 30 Ağustos’a varabilmek için Samsun’dan Amasya’ya, Erzurum’dan Sivas’a, Hacıbektaş’tan Ankara’ya kadar ülkenin her yanını ilmek ilmek örmesi, katılımcı demokrasiye olan sarsılmaz inancındandı.
Mesel, masal ve hikayelerinde, “fevkalade müsaadeye mazhar” insanlara fazla önem veren şark zihniyetinin tersine insanlığın, ortak aklın önemsendiği, demokrasiye ulaştığı bu dönemin anahtarı, bizim için dört başı mamur demokratik parlamenter sistemdir.
Vakti gelmiştir; kurulabilir, kurulmalıdır!
Bir farkla ki artık yeni sistemi, 20 yıldır ülkeyi çıkmaza sürükleyen AKP’nin ve esasında partiler oligarşisinin insafına bırakmadan “yurttaş egemenliği” çerçevesinde aramak gerekir.
Gene de ilk seçime, işlemediği anlaşılan bu sistemle gideceğiz. Dolayısıyla bu işlemez sisteme göre oy verip seçeceğimiz kişi, kendisini geçici olarak seçtiğimizi bilmeli ve güçlendirilmiş demokratik parlamenter sisteme geçişi kolaylaştırmak gibi bir görevi üstlendiğini beyan etmelidir.
Zira vakit tamamdır!