Bugün artık "kutup" tanımından bağımsız olarak dünya uluslararası sisteminin bir tür çok kutupluluk dönemine girdiği, bu dönemin de bir geçiş dönemi olduğu uluslararası ilişkiler disiplini çalışanları tarafından kabul gören bir görüş hâline geldi.
Loading...
Rusya Bilimler Akademisi'nin Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (IMEMO) tarafından 6-7 Aralık tarihlerinde düzenlenen 8. "Primakov Okumaları Forumu"nun bu yılki oturumunda konu "Dünya Düzeninde geçiş dönemi: Avrasya boyutu" idi. Program ağırlıklı olarak Rusya'nın Asya kıtasındaki aktörlerle ilişkileri üzerine yoğunlaştı. Elbette başta Çin ve Hindistan geliyordu.
KÜRESELLEŞME KRİZİ
Forumda, Rusya'nın artan biçimde Çin ve Hindistan ile ilişkilerinin gelişmesine yol açan temel faktörlerin başında küreselleşmenin içinde bulunduğu kriz ortamının geldiği tezi ana temayı oluşturdu. Bir yandan küreselleşme ve serbest ticaretin gelişmesi için G20 ülkeleri tarafından savunulan kavramlar üzerinde konuşulurken, bir yandan da artan şekilde kimi ülkelere yaptırım uygulanması ister istemez küreselleşmenin kendi içinde bir çelişki ile karşı karşıya olduğu görüşüne güç kazandırıyor.
Küreselleşmenin bu çelişkisinin dünya ekonomisi ve küresel serbest ticaretin bir kriz dönemine girdiği sonucunu doğurduğu bir süredir uzmanlar tarafından zaten dile getiriliyor. Ancak, Rusya-Ukrayna arasında 24 Şubat 2022'den itibaren başlayan askeri çatışmanın 23 Eylül tarihinde Rusya'da genel seferberlik ilan edilmesiyle birlikte artık bir topyekûn savaş hâline evrilmesi, krizin giderek daha hissedilir olması sonucunu doğuruyor. Bu gelişme de ister istemez küreselleşmenin artan şekilde bölgeselleşmeye doğru evrilmesine yol açıyor.
ÇOK KUTUPLULUK TARTIŞMALARI
Batı, genel anlamda ABD ve AB ülkeleri, Rusya'ya uygulanan yaptırımlarla, küreselleşmenin önünü kapatırken, Rusya kendisine uygulanan yaptırımlar karşısında nispeten daha esnek bir tavır izleyen Çin ve Hindistan başta olmak üzere, yönelimini diğer coğrafyalara döndürerek çıkış yolu aramaya başladı. Bu çıkış yolu arayışlarında da genel olarak "çok kutupluluk" fikri üzerinde duruluyor.
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte çift kutuplu dünya sisteminin ortadan kalkması kısa bir süre ABD'nin adeta tek kutup olarak kalması sonucunu doğurmuştu. Ancak bugün artık "kutup" tanımının nasıl yapıldığı tartışmalarından bağımsız olarak dünya uluslararası sisteminin bir tür çok kutupluluk dönemine girdiği, bu dönemin de bir geçiş dönemi olduğu uluslararası ilişkiler disiplini çalışanları tarafından kabul gören bir görüş hâline geldi. Bu geçiş dönemi sonunda uluslararası sistemin nasıl bir dengeye oturacağını kestirmek güç. Yeni bir soğuk savaş dönemine mi girilecek, sistem yeni bir çift kutupluluğa doğru mu evrilecek, yoksa çok kutupluluk kendi içinde bir denge kazanarak sistem bu şekilde mi kalıcılaşacak?
ARTAN GÜVENLİK RİSKİ
Rusya-Ukrayna savaşı, dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmalar olmasına rağmen, bu tartışmaları hızlandıran ve uluslararası ilişkiler çalışanlarının konuya daha çok odaklanmalarına yol açan bir gelişme oldu. Bu savaş Avrupa güvenliğinin temel yapı taşlarını ciddi biçimde etkiledi. Avrupa güvenliğinde batı ile Rusya arasında karşılıklı güvene dayalı bir ortaklık oluşturulması için çalışılan denge bozuldu. Öylesine bozuldu ki, dikkatli bir tarafsızlık politikası izlemeleriyle tanınan ülkeler arasında sayılan Finlandiya ve İsveç bile artık NATO üyesi olmak istiyorlar. Bu taleplerinin temel gerekçesini ise NATO gibi bir ortak savunma garantisi ile güvenliğini güçlendirmeyen ülkelerin Ukrayna'nın karşılaştığı durumla karşılaşabileceği ihtimaline dayandırıyorlar.
Rusya-Ukrayna krizi bağlamında bakıldığında, Türkiye Karadeniz'deki bu savaştan en çok etkilenen ülkelerden biri. Dolayısıyla, çatışmanın ortadan kaldırılması için en çok çaba gösteren ülkelerin başında geliyor.
İsveç ve Finlandiya açısından bakıldığında böyle bir gerekçelendirme haklı görülebilse dahi, Rusya açısından İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyesi olmaları Ukrayna'nın NATO ve Batı ile entegrasyonundan farklı yorumlanmakta. Rusya ikinci gelişmeyi kendi ulusal güvenliği için daha önemli bir tehdit algısı olarak görüyor. Bu tehdit algısını Batı'ya yeterince anlatamamış olması, ya da Batı'nın yeterince anlamak istememiş olması, Rusya’nın sert güç kullanmasına, uluslararası hukuk bakımından ciddi bir ihlal yaratmasına ve Avrupa'nın tam ortasında ciddi bir güvenlik bunalımı yaratmasına yol açtı.
Bu bunalım en kısa zamanda ortadan kaldırılmalı. Zira, tarafların safha safha kendilerine avantaj sağladıklarını düşündükleri ancak kesin bir zafere ulaşamadıkları bir durumda, konvansiyonel savaşların nükleer tırmanmaya doğru evrilmesi riski her zaman mevcut. Rusya-Ukrayna savaşında da bu risk günden güne artıyor.
TÜRKİYE'NİN TUTUMU
Rusya'ya uygulanan yaptırımlara tam anlamıyla katılmayan ülkeler arasında Türkiye'nin de yer alması Türkiye'nin zaten çeşitli nedenlerle sorgulanmakta olan dış politika uygulamasında yeni bir sorun olarak dile getirilmeye başlandı. Türkiye, ekonomik yaptırımların bir dış politika aracı olarak kullanılmasına olumlu bakan bir ülke değil. Birçok ülkeye uygulanan yaptırımlara katılma konusunda oldukça dikkatli davranmasıyla tanınıyor. Bu anlayışı nedeniyle Türkiye'nin kendinin de yaptırımlarla karşılaşma riski elbette mevcut.
Konuya Rusya-Ukrayna krizi bağlamında bakıldığında, Türkiye Karadeniz'deki bu iki önemli komşusu arasında süren savaştan en çok etkilenen ülkelerden biri. Dolayısıyla, çatışmanın ortadan kaldırılması için en çok çaba gösteren ülkelerin de başında geliyor. Örneğin Antalya Diplomasi Forumu'nda Rusya ile Ukrayna Dışişleri Bakanları'nın buluşmasının kolaylaştırılması, ardından iki ülke heyetlerinin İstanbul'da bir araya gelmelerinin sağlanması, tahıl koridorunun oluşmasına yönelik gelişmelerde Türkiye'nin çabalarının sonuç vermesi, iki ülke arasındaki esir değişiminde yine Türkiye'nin çabalarının etkin olması göz ardı edilmemeli.
Türkiye'nin bu çabaları ve bu çabaların Rusya-Ukrayna krizinin küresel etkilerinin büyümesini nispeten önlemesi Türkiye'nin dış politikasındaki diğer uygulamalarda görülen hataları ortadan kaldırmıyor. Dış politika, hatalar görülmesin diye atılan ve başarı olarak yorumlanabilecek adımlarla yürütülmemeli. Dış politikanın temel dinamiğini güvenilirlik, inanılırlık ve öngörülebilirlik oluşturmalı. Böyle bir dış politika uygulaması Türkiye hakkındaki olumsuz algıların ve dış politika uygulamalarındaki sorgulamaların da ortadan kalkmasına yardımcı olacaktır.