Bugün, Rusya Ukrayna’da yarım kalan işi tamamlamak üzere işgale hazırlanırken, Kremlin’in karşısında kararlı bir batı bloku bulunduğu pek söylenemez.
2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve akabinde Ukrayna’nın Donbas bölgesinde başlayan Rus destekli çatışmalar, Soğuk Savaş’ın bitişinden bu yana arayış içinde olan NATO’ya yeniden bir misyon kazandırmıştı. Bugün, Rusya Ukrayna’da yarım kalan işi tamamlamak üzere işgale hazırlanırken, Kremlin’in karşısında kararlı bir batı bloku bulunduğu pek söylenemez. Rus tanklarının Ukrayna sınırından geçmesi ise, bu durumu değiştirecek bir nevi psikolojik eşik vazifesi görebilir.
Kuşkusuz, Soğuk Savaş boyunca transatlantik ittifakı her konuda hemfikir olmamıştı.
Dolayısıyla, Avrupalı devletlerin, Ukrayna’yı korumak pahasına Rusya’yı karşılarına almanın kâr zarar hesabını yapmalarında gariplik yok. Karar alıcıların tercihlerinde her zaman olduğu gibi iç siyasi dinamikler kadar küresel güç dağılımındaki değişim belirleyici rol oynuyor. Ancak, yıllar içinde ABD’nin caydırıcı gücü ve küresel liderliğine olan güvenin aşınmış olması, batılı müttefiklerin ABD yanında hizalanarak Rusya’nın Donbas bölgesini olası işgaline karşı set oluşturmalarını zorlaştırıyor.
Tansiyonun indirilmesine yönelik yürütülen diplomatik temaslar kapsamında ABD, Rusya’nın Ukrayna ve NATO konusundaki güvenlik taleplerinin karşılanmasının mümkün olmadığını yazılı olarak Moskova’ya iletti. Sorunun çözümüne ilişkin Rusya’ya diplomatik bir seçenek sunduğu öne sürülen mektupla birlikte hamle sırası artık Rusya’da. Biden yönetimi bir taraftan Kremlin ile diplomatik diyaloğu sürdürürken, Ukrayna’nın savunmasını desteklemek için zaman kazanmaya çalışıyor. Ancak geçtiğimiz haftadan bu yana ABD ve Avrupalı müttefiklerden gelen karışık sinyaller, olası işgal durumunda Rusya’ya nasıl karşılık verileceğine dair batı cephesinde bir kafa karışıklığı olduğuna işaret etmekte.
AB’nin iki büyük taşıyıcı kolonu kabul edilen Almanya ve Fransa’nın tutumu, hem birbirleriyle hem de Biden yönetimiyle farklılaşıyor. Doğalgazının %40’ını Rusya’dan karşılayan Almanya’nın Kremlin ile arasını bozmak istememesi normal. Merkel sonrası dönemin ilk koalisyon hükümetinin iktidarını sağlamlaştırıp, tecrübe kazanıncaya dek krizlerden kaçınmaya çalışması da öyle. İşte bu sebeplerden, geçtiğimiz hafta Almanya, Estonya’nın Ukrayna’ya Alman yapımı silah göndermesine karşı çıktı. Tepki çekmek istemeyen İngiltere, Ukrayna’ya göndereceği tanksavar füzelerini Alman hava sahası yerine Danimarka üzerinden yollamak durumunda kaldı. Almanya’nın ABD’nin işgal karşısında Rusya’ya yönelik uygulamayı düşündüğü ekonomik yaptırımlara (Kuzey Akım II boru hattının askıya alınması, Rus bankalarının SWIFT ağından dışlanması gibi) da sıcak bakmadığı biliniyor.
Nisan ayında başkanlık seçimine gidecek Fransa’nın itirazı ise, daha çok diplomatik sürecin niteliğine dair. Avrupa’nın güvenliğini ilgilendiren bir sorunun çözümüne ilişkin yürütülen müzakerelerde AB’nin muhatap alınmıyor oluşunu eleştiren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, iç politikada getirilerini de hesap ederek, Ukrayna krizini “stratejik otonomi” çağrılarına destek toplamak amacıyla kullanmaya çalışıyor.
Tüm bu arka planda ABD çizgisiyle belki de en uyumlu hareket eden ülke İngiltere ise artık AB üyesi değil ve belki de bu sebeple daha esnek ve cüretkâr davranabiliyor. İngiltere’nin bu şahin tavrının da iç politikada parti skandalları sebebiyle sıkışan Başbakan Boris Johnson’ın dikkatleri başka yöne çevirme taktiği olarak görenler var.
Ukrayna konusunda varlık göstermeye çalışan bir diğer ülke NATO üyesi olan Türkiye. Ankara’nın arabuluculuk girişimlerinin gerek Kırım konusundaki tutumu gerekse Ukrayna’yla olan askeri işbirliği sebebiyle, Rusya tarafından kabul görmesi beklenmiyordu. Nitekim Kremlin, Ankara’dan gelen taleplere cevaben, Minsk Protokolü’ne uyması yönünde ikna edilmesi gereken tarafın Ukrayna olduğunu söyleyerek, topu taca atmış oldu. Öte yandan, Karadeniz ve Baltıklarda NATO savunmasında aktif rol alan Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400ler sebebiyle NATO üyeliğinin gölgelenmiş oluşu da batı ittifakındaki çatlaklardan sızmak konusunda Kremlin’in stratejik başarısını gösteriyor.
Müttefikleri eleştirdik ama Başkan Joe Biden’ın Rusya’nın Ukrayna’ya saldırı ihtimalini değerlendiği basın toplantısında, saldırı küçük çapta (minor incursion) tutulduğu takdirde fazla tepki almayacağı şeklinde yorumlanabilecek ifadeler kullanmış olması en hafifinden talihsizlik sayılmalı. Ve elbette sırtını ABD’ye yaslayan müttefiklerce not edilmiştir. Dünyanın askeri yönden en güçlü ülkesi ABD’nin, 2013’te Suriye’de meşhur kırmızı çizgilerinin silinmesinden bu yana patlak veren her sorun karşısında askeri güç kullanma taraftarı olmadığını açıkça ifade etmesi, rakiplerini cesaretlendirirken, dostlarını da dengeleri gözetecek şekilde temkinli davranmaya zorluyor.
NATO savunmasında aktif rol alan Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400ler sebebiyle NATO üyeliğinin gölgelenmiş oluşu da batı ittifakındaki çatlaklardan sızmak konusunda Kremlin’in stratejik başarısını gösteriyor.
2019’da Suudi Arabistan’ın petrol kuyularının İran destekli Husiler tarafından hedef alındığı saldırı karşısında da Washington, askeri güçle karşılık vermek yerine Suudi Arabistan’ın savunmasını desteklemeyi tercih etmişti. Öte yandan, çoktaraflı bir dış politika ve müttefiklerle ilişkileri onarma sözü veren Başkan Biden’ın, Afganistan’dan apar topar çıkarken sahada ABD için çalışmış birçok müttefiki yüzüstü bırakmış olması, bu süreci Avrupalı müttefikleriyle eşgüdüm içinde yürütmemesi veya İngiltere ile birlikte Fransa’nın arkasından dolaşıp Avustralya’ya nükleer denizaltı satması, lanse edilenin aksine “Önce Amerika” düsturunun hala devam ettiğini gösteriyor. Ve zaten aslında her zaman böyle değil miydi?
Sorun şu ki ABD’nin dış politika önceliklerinin Pasifik’e kayması Avrupa’nın Washington nezdinde stratejik önemini azaltıyor. Yeni sürüm Soğuk Savaş’ın ilk çatışmasının Avrupa kıtasında patlak vermesi bu bakımdan oldukça ironik. Zira, ABD’nin Ukrayna krizindeki performansı ilerleyen dönemde stratejik açısından daha fazla önem addedilen bölgelerde, örneğin Pasifik’te cereyan edecek çatışmaların prova niteliğinde olacak. Başkan Biden’ın müttefikleri yanında tutabilmesi, kararlı bir lider duruşu sergilemesi bu açıdan kritik. Daha şimdiden puslu havadan yararlanmak isteyen Çin’in olimpiyatlar sonrası Tayvan’a saldırma olasılığını işleyen felaket senaryoları dolaşıma girdi bile.
Batı ittifakındaki kafa karışıklığının aksine, krizin başından bu yana Çin’in Rusya’nın yanında olduğu görülüyor. Geçtiğimiz Aralık ayında, iki ülke liderinin video bağlantısı üzerinden yaptıkları görüşmede Çin Devlet Başkanı Xi Jinping Rusya’nın NATO’nun sınırlarına doğru genişlemeyeceğine dair batıdan güvence istemesine destek vermişti. Üstelik “uluslararası güçleri, demokrasi ve insan hakları kisvesi altında uluslararası hukuku çiğneyerek Çin ve Rusya’nın içişlerine karışmakla” suçlayan Jinping, sadece NATO değil, AUKUS (Avustralya, İngiltere ve ABD) ve QUAD (Avustralya, Hindistan, Japonya ve ABD) gibi oluşumlarından duyduğu rahatsızlığı da dile getirmişti. Benzer şekilde Rusya’nın Tayvan konusunda Çin’i
desteklediği biliniyor.
Rusya’nın yayılmacı güç olarak Avrupa sahnesine dönüşü ise transatlantik ittifakı içinde safları sıkılaştırmak ve güven tazelemek açısından Biden yönetimine bir fırsat sunuyor.
Tarihsel olarak iki rakip güç olan Rusya ve Çin arasındaki işbirliği, ABD ile ilişkilerin kötüleşmesine paralel giderek stratejik bir boyut kazanıyor. Rusya’nın enerji ve silah sağladığı Çin, ülkenin en büyük ticari partneri konumunu
12 senedir muhafaza ediyor. Ukrayna üzerinden Rusya’ya uygulanacak yeni yaptırımların -ki yaptırımlar arasına Rusya’nın Çin’den temin ettiği çip/arayüz ürünlerinin satışının da dahil edilmesi gündemde- Rusya’yı Çin’e daha çok yaklaştıracağını öngörmek güç değil. Tüm bu gelişmeler, Rusya, Çin ve İran arasında düzenlenen ortak askeri tatbikatlar (üçüncüsü 21 Ocak’taydı ) ve Çin ile İran arasında 2021’de imzalanan stratejik işbirliği
anlaşması ile beraber değerlendirildiğinde, üçlü bir karşı cephenin inşa edildiği görülmekte.
Ukrayna krizi, bu açıdan, ABD’nin Çin ile küresel rekabette Rusya’yı kendi yanına çekmesi gerektiği tezini iyice zora sokuyor. Aynı şekilde, Rusya’nın “yayılmacı güç” olarak Avrupa sahnesine dönüşü -şayet Biden yönetimi, Avrupa’nın güvenliğine olan bağlılığı noktasında müttefiklerini ikna eden bir performans sergileyebildiği takdirde- transatlantik ittifakının güçlenmesine aracı olabilir.