Belki de zayıflayan ABD değil, Sovyetlerin yıkılmasından sonra yavaş yavaş toparlanarak kendisini uluslararası düzende daha da hissedilebilir hale getiren Rusya’nın güçlenmesidir.Tabii Putin’in son kararları dünya kamuoyuna açıklarken bir taraftan da müzakereleri bütünüyle dışlamadıklarını, diplomasi seçeneğinin her zaman gündemde olduğunu ve sorunları diyalog yoluyla çözmek istediklerini söylemesi, bir taraftan nabız yoklarken diğer taraftan bazı kapıları açık bırakma ihtiyacından kaynaklanan bir ihtiyata dayandırılabilir. Öte yandan Biden’ın seçilir seçilmez S. Arabistan ve BAE gibi ülkelerin yanı sıra mantık bakımından ondan çok da farklı olmayan Erdoğan rejiminin sopalarını gizlemeleri ve koşa koşa birbirleriyle ilişkilerini normalleştirmeye çalışmaları, ABD hegemonyasının zayıfladığı yönündeki argümanları tartışılır kılan bir olgu. Salt Biden’ın Beyaz Saray’a oturması, (ki bu dünya kamuoyunda Amerikan yönetimindeki kurumsallık ve sürekliliğin, Trump döneminde yitirildikten sonra yeniden kazanıldığı şeklinde algılandı) Ortadoğu’da istediği gibi at koşturan aktörlerin birden bire ıslık çala çala sopalarını gizlemelerine yol açtıysa bu, ABD’nin küçük ve orta ölçekli ülkeler üzerinde halen ciddi bir nüfuza sahip olduğunu gösterir. Ancak son yaşananlar, küçük ve orta ölçekli ülkeler üzerindeki etkinin Çin ve Rusya gibi küresel güçler söz konusu olduğunda o kadar da geçerli olmadığını gösteriyor. Son tahlilde bir bilek güreşi tanık olduğumuz, kimlerin kazanacağı aynı zamanda dünya düzeninin geleceğini de belirleyecek.
Ukrayna açmazı: Yeni Dünya Düzeni’nin krizi
Son tahlilde bir bilek güreşi tanık olduğumuz, kimlerin kazanacağı aynı zamanda dünya düzeninin geleceğini de belirleyecek.
Yeni Dünya düzeninin kriz yaşadığına ilişkin tartışmalar elbette son Ukrayna krizinde ortaya çıkmış değil ancak Amerikan yönetiminin zaaf emareleri gösterdiği konusundaki tespit ve gözlemlerin sayısı son dönemde giderek artıyor. Bu süreç, ABD hegemonyasında yaşanan zaaf nedeniyle uluslararası düzende meydana gelen krizin ABD yanlısı mahfillerde bile zaman zaman dile getirilmesine yol açıyor. Ancak meselenin doğru ortaya koyulması ve basit bir şekilde ele alınmaması önemli.
En baştan açıkça söylemek gerekirse, ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurmuş olduğu ve SSCB’nin yıkılmasıyla kendini restore eden Yeni Dünya Düzeni’ndeki çatırdamalar, büyük ölçüde ABD’nin temsil ettiği liberal demokraside zaaflara yol açarken, liberal demokrasinin yıpranması da ABD hegemonyasının surlarında çatlaklar oluşmasına yol açtı. Döngüsel bir tarih anlayışı, bu sürecin geçici olabileceğini, ABD hegemonyasının yeniden eski gücünü kazanabilme potansiyelinin bulunduğunu öngörür. Öte yandan bunun bir tercih olduğu, ABD’nin dünyanın bazı bölgelerinden çekilmesinin bir gerileme ya da çöküş alameti değil, doğrudan müdahale yerine yaptırımlar ya da vekâlet savaşlarını tercih etmesinin; ABD’nin askeri operasyonlarla gücünü yıpratma yerine krizleri daha az hasarla atlatma stratejisinin bir parçası olduğunu da düşündürtüyor.
Artık Amerikan yaşam tarzı eskisi kadar çekici değil; bir kot pantolon giyebilmek için bütün değerlerinden vazgeçecek insanlar yok artık, internet yaygınlaştı ve artık o yaşam tarzı bütün dünyaya mal edildi; artık herkes ona sahip. Hollywood bile artık eski cazibesini yitirdi. Evet, dünya sinema endüstrisinin kalbi hala ABD’de atıyor ama Hollywood artık rakipsiz değil. Geriye kala kala bir askeri güç kalıyor. ABD'yi diğer dünya güçlerinden farklı kılan, dünyanın her köşesine yayılan 800 askeri üssüyle Amerikan halkına ve dünya çapında milyonlarca kişiye muazzam bir maliyet getiren eşsiz askeri gücü. Bir bütün olarak Batı, halen dünyanın fikir ve entelektüel üretim merkezi, bu tartışılmaz. Halen en güçlü teoriler Batı’da geliştiriliyor, en fazla fikri üretim orada yapılıyor, nitelik ve nicelik açısından Batı ve onun en büyük parçası ABD, dünyanın geri kalanıyla bu alanda mukayese edilemez. Ancak yukarda bahsettiğimiz Batılı değerlerin krizinin, askeri ve ekonomik bir krizi besleyeceği gibi bu alanlarda yaşanan belirli sorunların da Batılı değerleri giderek yıpratacağını öngörmek için kâhin olmak da gerekmiyor.
Ukrayna krizi bu tartışmaları başlatan değil, bir kez daha bizlere hatırlatan bir işlev gördü. Elbette ABD bir taraftan bastırıyor ve Biden, Rus yönetimini bunaltacak yaptırımlar uygulayacağını söylüyor. Ancak Putin’in örneğin Donetsk ve Luhansk bölgelerinin bağımsızlıklarını tanıdığına ilişkin kararnameyi aniden imzalaması ve dahası Batılı ülkelerin onca tehdidine rağmen oldukça radikal kararlar almayı göze alması, ABD ve Batının eskisine nazaran kaybettiği ve bunun ABD’nin küresel rakiplerince hissedildiği yönünde bir izlenim bırakıyor. Belki de zayıflayan ABD değil, Sovyetlerin yıkılmasından sonra yavaş yavaş toparlanarak kendisini uluslararası düzende daha da hissedilebilir hale getiren Rusya’nın güçlenmesidir.
ABD’nin zayıfladığına dair tartışmalar, sadece dengesiz ve tutarsız siyasetlerle Amerikan yönetiminin kurumsallığının aşınmasına ve bazı alanlarda Amerikan imajını yerle bir eden Trump’ın başkanlığı sırasında yaşananlarla sınırlı değil. Evet, gerçekten Trump Amerikan yönetimine, özellikle de “establishment” denilen müesses nizama zarar verdi, kurumsallığını aşındırdı. Ancak ABD güç ve hegemonyasının zayıflama eğiliminde olduğuna dair bazı işaretler, Trump’tan önce ufukta belirmeye başlamıştı.
Putin’in Ukrayna çıkışının temel saikinin, Biden yönetiminin bu süreci yönetemeyeceği ve Rusya’yla başa çıkamayacağı yönündeki kanaati olduğu hissediliyor. Ancak “Pax Amerikana”nın çatırdadığı yönünde bir kanaate sahip olmasa Putin, salt bir yönetimsel zafiyetten yararlanmak için bu kadar cüretkâr bir adım atabilir miydi, tartışılır.