Demokratikleşmeyi sadece sistem değişikliğiyle kısıtlı tutamayız. Liyakati her alanda ana unsur haline getirmek için siyasi partileri de finansal kuruluşları da demokratikleştirmek zorundayız.Bugün, Platon’un liyakat tanımına en yakın medeniyeti inşa eden Batı’da dahi liyakat sorgulanmaya başlamıştır. Michael Sandel ve Daniel Markovits gibi prestijli akademisyenler liyakati elitlerin yönetimini sürdürmek için uydurdukları bir kılıfa benzetmekteler. Black Lives Matter hareketinin entelektüel düşünürleri liyakatin bireyci tutumunu, ırkçılığa ve ayrımcılığa alan açmakla suçlamaktadır. Siyasetin sağında ise Donald Trump ailesi ve şirket çalışanlarıyla ülke yönetmeye kalktı, Brexit için kampanya yapan kimi siyasiler ‘uzmanlardan bıktıklarını’ açıkça dile getirdiler. Oysa liyakat, on yıllar boyunca Batı’da sağın da solun da benimsediği, ana akım siyasi hareketleri birbirine bağlayan ana değerdi. Demokrat Başkan Bill Clinton, ‘çalıştığın kadar kazandığın’ bir ülke inşa etmek istediğini söylüyor, Barack Obama ‘sınıf ve ırk ayrımları’ndan kurtulmuş, tek ayrımın ‘yetenek ve çaba farkı’ olduğu bir ABD ideali anlatıyordu. Cumhuriyetçi Ronald Reagan da Muhafazakâr Margaret Thatcher da benzer siyasi ideallerde birleşiyordu. Türkiye için son AKP-MHP dönemi, siyasette benzer bir zihin değişikliğini inşa etmek için bir dönüm noktası olmalı. Platon’un ideal liyakat anlatısını merkezine alan bir ana akım siyaset inşa etmeli ve liyakati toplumsal, ekonomik ve siyasal bağlayıcı hâline getirmemiz elzem. Zira liyakatin olmadığı yerde vesayet vardır. Kimi zaman askerin, kimi zaman yargının, kimi zaman da ekonomik çetelerin vesayeti, ehliyetsizlik normalleştikçe güçlenir. Zira vesayet, tıpkı modernite öncesi Avrupa’da olduğu gibi, kayırmacılığın önkoşuludur. Rekabetin olmadığı yerde, vesayet aktörleri arasında güç yarışı vardır. Tam da bu yüzden demokratikleşmeyi sadece sistem değişikliğiyle kısıtlı tutamayız. Liyakati her alanda ana unsur haline getirmek için siyasi partileri de finansal kuruluşları da demokratikleştirmek zorundayız. Türkiye, dünya standartlarında iş insanları, akademisyenler, düşünürler yetiştiren bir ülke olmasına rağmen bu aktörleri siyasetin ve kimi zaman iş dünyasının dışına iten kurumlara sahip. Zaten sürekli liyakatten bahseden liderlerin bu konuda ne kadar samimi oldukları, çuvaldızı kendi yönettikleri kurumlara saplayıp saplamayacağıyla ortaya çıkacak. Bu konuda Ali Babacan’ın bir çekincesi olmayacaktır. --- [1] Platon’un kadınlara yönelik görüşleri karmaşık ve çetrefil bir konudur. Örneğin Şölen’de Diotima gibi bilge kadınlar hariç kadınlar hakkında aşağılayıcı görüşleri vardır. Devlet’te ise kadınların muhafız olabileceğini söylerken aynı zamanda onların erkeklerden daha zayıf ve yeteneksiz olduğunu da vurgular. Bu söz doğrudan Platon’a ait değildir (edt. notu).
Türkiye’nin yeni ana akım siyasetini ‘Liyakat’ tanımlamalıdır
Liyakatin olmadığı yerde vesayet vardır. Vesayet, tıpkı modernite öncesi Avrupa’da olduğu gibi, kayırmacılığın önkoşuludur. Rekabetin olmadığı yerde, vesayet aktörleri arasında güç yarışı vardır.
DEVA Partisi lideri Ali Babacan, Türkiye’nin yıllardır içinde debelenip durduğu krizler silsilesine sebep olan asli unsurları sıralarken her zaman ‘insan unsuru’na da vurgu yapıyor. Elbette hazırlıksızca geçilen tek adam rejiminin sistemsel sorunları da burada ana meselelerden bir tanesi. Ancak demokratik olmamasına rağmen dünyanın birçok demokrasisinden daha iyi yönetilen çok sayıda ülke olduğunu göz önünde bulundurursak sadece ‘sistem’e değil, o sistemde rol alan aktörlerin kalitesine de bakmamız gerektiği açıkça ortaya çıkıyor. Ali Bey haklı; Türkiye hem kötü bir sistemle hem de düşük kabiliyetli kadrolarla yönetilmeye çalışılıyor.
Aslında bu ‘liyakat’ meselesi, insanlık tarihi için de görece yeni bir kavram. Bugün liyakate dayalı yönetimlerin, yani işi ehlinin ve o iş için en çok efor sarf edenlerin yaptığı rekabet koşullarının olduğu ülkelerin geçmişinde de bu yönetim anlayışı oldukça yeni bir gelişmedir.
Örneğin Avrupa tarihi, geçtiğimiz yüzyıla kadar, bireyler arası adil rekabetin değil güçlü ailelerin çıkar çatışmalarının tarihidir. Birleşik Krallık geçmişinde çok çalışmak bir değer değil, fakirlik göstergesi kabul edilirdi. Zira ‘varlık’, jenerasyonlar arası aktarılan ve dolayısıyla da varlıklı ailelere mensup olanların ‘keyif çatmakla’ görevli olduğu bir ekonomik sistem vardı.
Güç, bu ailelerle öylesine sınırlıydı ki askeri unvanlar çabayla ya da akılla değil, parayla satın alınıyordu. Bürokraside de aynı şekilde üst düzey görevler ya satın alınarak üstleniyor ya da devlete hâkim ailelerin çocuklarına veriliyordu. Böylece güçlülerin güçlü kaldığı, iyi iş yapma teşviklerinin azaltıldığı, toplumun sağlayabileceği yetenek havuzunun umursanmadığı bir sistem işliyordu.
Siyasi partiler, orijinal fikirlerin tartışıldığı entelektüel makinelerden çok ‘iş bulma’ ve ‘aş dağıtma’ makineleriydiler. Halk, partiler üzerinden sosyoekonomik atlama yapmayı umuyordu. Devlet gücü o kadar merkeziydi ki diplomatik çözümler, torunları evlendirerek elde ediliyordu. Ebeveynlerin asli görevi, çocuklarına çalışmak zorunda kalmayacakları bir mirası bırakmaktı. Avrupa yüzyıllar boyunca böyle çalıştı.
Zaten bugün dünyanın hemen her köşesinde herkesin imrendiği Avrupa ideali de bu değildir. Endüstri ve iletişimde yaşanan devrimlerle modernleşen Batı, eşit rekabete dayalı bir sistem inşa edebildiği için idealleşti. Ekonomik güç ile eğitimin yaygınlaşması ve devletlerin tren yahut telgrafla ülkelerinin her köşesine ulaşımını kolaylaştırması, akıl ve bilim çağının başlaması, kayırmacılığın sonunu getirdi.
Modern Avrupa’nın kurucu ideali için kimileri ekonomik özgürlükten, kimileri siyasi liberalizmden bahseder. Oysa ana unsur, ekonomide de siyasette de liyakate dayalı bir sistemin inşa edilmesidir. Özgürlükler, bunu takip etmiştir.
Liyakati merkeze alan yönetimlerin inşası, Avrupa’yı ‘aileci’ bir anlayış olmaktan çıkarıp bireyci bir uygarlığa dönüştürdü. Zira ‘liyakat’, sadece işi ehline vermek değil, kimin ehil olduğunu serbest rekabet ve fırsat eşitliği üzerinden ölçmektir. Batı’nın ve ABD’nin yüzyıllar boyunca dünyanın geri kalanından daha hızlı gelişmesinin arkasındaki sebeplerden biri, bireyler için sınıflar arası geçişleri de sağlayan bu uygarlık felsefesidir.
Bu tarihsel anlatıya bakarak durumun net tarifini yapalım: Türkiye’de 21’inci yüzyılda olmamıza rağmen Orta Çağ’ın yönetim anlayışıyla karşı karşıyayız. Liyakat meselesinin siyasetin merkezine yerleşmesinin ana sebebi de budur. Yüzyıllar boyunca test edilip, her zaman olumlu sonuç ürettiği kanıtlanmış bir yönetim anlayışını tamamen göz ardı etmenin sonucu, Türkiye’nin her alanda savrulmasıdır.
Oysa liyakat mevhumunun felsefi temelleri, bizim coğrafyamızda atılmıştır. Antik Yunan filozofu Platon, ideal Cumhuriyet anlatısında liyakate dayalı bir devlet yönetiminden ve toplumsal sözleşmeden bahsetmiştir. Fırsat eşitliğinin sadece toplumun her kesiminden bireylerin yeteneklerini sergilemesiyle mümkün olabileceğini söylemiş, ‘kimi kadınlar tanıyorum ki krallardan daha ehildir’ demiştir[1]. Başını belaya sokmuştur.