Türkiye Cumhuriyeti İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili rejime geçerken, demokrasinin getirdiği çok seslilik, katılımcılık ve özgürlüklerin yanı sıra, çatışmaya dönüşen kutuplaşmalar ve askeri darbelerle kesintiye uğrayıp, yenilenen temel kurallarla geri dönülen bir demokratikleşme sürecini de başlatmış oluyordu. Türkiye’de temsili bir rejime geçiş çabalarının kökenleri çok daha eski olsa da İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan dünya düzeninde demokrasi aynı zamanda jeostratejik bir rekabetin de simgesiydi.
Sonrasında demokrasi mücadelesi oldukça çalkantılı olarak ilerledi ve ne yazık ki çok fazla sayıda demokrasi şehidi verdik. Her şeyi kapsayan bir devlet anlayışı çoksesliliği ve düşünce özgürlüğünü bir tehdit olarak gördü. Soğuk savaş döneminin küresel çatışmaları da Türkiye’yi “hizaya sokmak” için bazı operasyonların yapılmasına yol açtı. Dolayısıyla demokrasiyi ideal formuna kavuşturmak ve kesintisiz bir biçimde yaşatmak mümkün olmadı.
Benim mensubu olduğum nesil için demokrasi Türkiye’de zaman içinde gerçekleşecek olan bir ülküydü. “Bu sefer olmadı, ama pes etmeyeceğiz. Tekrar deneyeceğiz ve sonunda başaracağız”. Bizim neslin mentalitesini yansıtıyordu. Tabi aynı nesil içinde demokrasi meselesine çok farklı bakış açıları vardı. Bir kesim demokrasiyi bir burjuva yönetimi olarak görürken, diğerleri için demokrasi kendi iktidarlarını kurmak için bir araç ya da istikrara yeğlenmeyecek kaotik bir yönetim biçimi anlamına geliyordu.
1982 Anayasası demokrasiye rağmen istikrar arayışını yansıtıyordu. Parlamento seçimlerine getirilen % 10 barajı demokratik temsili kısıtlarken güçlü bir yürütme tercihini de yansıtıyordu. 1983’te yapılan seçimlerle askeri yönetimden çok partili rejime geri dönüş mümkün oldu. Türkiye’nin AB ile ilişkileri de demokratikleşme süreci üzerinde önemli bir etkide bulundu.
1995 yılında Ortaklık Konseyi kararı ile geçilen gümrük Birliği öncesinde yapılan anayasa değişikliği ve Türkiye’nin aday ülke olarak ilan edilmesi sonrasındaki 2001 ve 2004 değişiklikleri 1982 anayasasının kısıtlayıcı yapısını aşarak, hak ve özgürlükler açısından daha liberal bir yaklaşımı yansıtıyordu. Ancak tüm bu süreç içinde 27 Şubat askeri muhtırası gibi bir müdahalenin meydana gelmesi ve yaşanan ekonomik, siyasi ve hukuki krizler demokratikleşme sürecindeki sorunları ve farklı grupları arasında çatışmaları da ortaya koyuyordu.
Türkiye’nin AB üyesi olmak için gerekli olan Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi demokratikleşme çabasında istikrarın sağlanmasını gerekli kılıyordu. Demokrasi, insan hakları, temel özgürlükler, hukukun üstünlüğü, azınlıklara saygıyı güvence altına alan kurumların istikrarlı bir şekilde var olmasını gerektiren Kopenhag kriterlerini karşılama çabası Türkiye’de önemli bir reform sürecine ön ayak olmuştu.
Ancak demokrasinin sadece AB üyelik hedefinin çekim gücü sayesinde kazanılabileceğini sanmak büyük bir hataydı. Demokrasi dış faktörlerin etkisiyle gelişebilecek bir süreç olsa da sürdürülebilirliğinin sağlanması iç faktörlere ve demokrasinin güçlü temellere dayanmasına bağlıydı. Bu açıdan AB süreci Türkiye’nin demokrasi hamlesini etkilemiş olsa da nihayetinde sürecin ters gitmesi Türkiye’de tam tersi gelişmelere ön ayak oldu. AB sürecinin yarattığı ivmeyi doğru kullanarak iktidara gelen bir siyasi parti ve lideri iktidar alanını giderek genişletti. Popülist bir siyasetle birlikte, AB hedefinin elde edilemeyişi daha geniş bir Batı karşıtı söylem içine yerleştirildi ve bir model olmaktan çıkarak, iktidarın yarattığı dış düşman simgesini somutlaştırmak için kullanıldı.
Bu süreç içinde otoriterleşen yönetim anlayışı Türkiye’de demokratikleşmenin sonuna mı geldik sorusunun sorulmasına ve demokrasi yanlıları için demokrasinin kaybı kaygılarına yol açtı. İşte önümüzdeki bu seçim bu kaygıların yatışması veya haklı çıkması anlamında önemli bir yol ayrımına denk geliyor. Türkiye demokrasi hamlesine geri mi dönecek yoksa yoluna popülist-otoriter modelin bir üyesi olarak mı devam edecek?
Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin Avrupa için önemi ortaya çıkıyor. Zira yukarıda bahsettiğimiz demokrasinin yozlaşmış biçimi olarak görebileceğimiz bazı rejimler bugünün Avrupa’sında, AB üyesi olarak varlıklarını sürdürüyor.Siyaset biliminin duayen isimlerinden Prof. Dr. Haluk Ülman’a atfedilen bir ifade vardır. Üç yerde demokrasi olmaz dermiş: Evde, sınıfta ve partide. Rahmetli hocamızın bu ifadesi aslında belki de Türkiye’de demokrasideki sorunları da karakterize eden bir tanımlamaya denk geliyor.
Demokratik kültür yerleşmeden, aile yapısı baskıcı bir gelenek kurumu olmak yerine özgürlükçü bir yapıya dönüşmeden, parti içi demokrasi sağlanmadan, bürokraside sadakat yerine liyakate dayalı bir sistem yerleşmeden, siyaset, sermaye ve mafya ilişkileri açığa çıkarılmadan ve üniversiteleri özgür düşüncenin mabetleri haline gelmeden tam anlamıyla bir demokrasiden söz etmek de zor.
O yüzden de demokrasi deyince aynı zamanda hak ve özgürlükler, toplumsal cinsiyet eşitliği, adalet, hukuk, gelir dağılımı ve fırsat eşitliği, şeffaflık gibi birçok ilgili norm ve uygulamayı da içine alan bir sistemden söz ediyoruz.
Öte yandan demokrasinin gerek Antik Yunan’da gerekse modern döneme doğru Britanya’da ilk ortaya çıkışına baktığımızda aslında günümüzün modern ve ilerici değerleri ile bağdaştırılmasına gerek olmadan temelinde bir yönetim biçimi olduğunu hatırlamakta fayda var. Doğrudan demokrasi biçiminin oldukça kısıtlı uygulamalarını bir tarafa bırakıp temsili demokrasiye odaklanırsak, bu yönetim biçiminin çoğunluğun tercihlerinin yönetime yansıdığı, adil ve serbest seçimler ile seçilen temsilciler aracılığıyla halk iradesinin tecelli ettiği bir yönetim biçimi olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak yönetime gelenlerin halk adına bir diktatörlük kurmasının engellenmesi için bazı demokratik güvenceler, denge ve denetleme mekanizmaları ve her anlamda azınlıkta olanların haklarını güvence altına alan bir hukuk mekanizmasının varlığı vazgeçilmez önem taşıyor. Aksi takdirde tarihte ve günümüzdeki çeşitli popülist ve faşist rejimlerde gördüğümüz gibi demokrasiyi kullanarak iktidara gelen, kendi tanımladığı dar bir kitleyi halk olarak nitelendirerek iktidarını bu halkın desteği ile meşrulaştıran ve geri kalanın haklarını, temsiliyetini ve pastadan aldığı payı kısıtlayan iktidarlarla karşı karşıya kalıyoruz.
Kılıçdaroğlu’nun topu AB tarafına atmadan, AB değerlerini de içinde barındıran kuralların uygulanacağının belirtilmesi AB’nin simgelediği tercihin benimsenmesi açısından kritik bir seçime işaret ediyor. Kılıçdaroğlu AB üyelik hedefini “uygar dünyanın bir parçası” olma” arayışı olarak açıklıyor.
İşte bu kritik noktada, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin Avrupa için önemi ortaya çıkıyor. Zira yukarıda bahsettiğimiz demokrasinin yozlaşmış biçimi olarak görebileceğimiz bazı rejimler bugünün Avrupa’sında, AB üyesi olarak varlıklarını sürdürüyor. Macaristan’da Orban yürütmeyi güçlendirmek için sivil toplum, basın ve yargının özerkliğini ortadan kaldırırken, İtalya’nın Biraderleri hareketinin lideri Meloni göçmenleri durdurmak için olağanüstü hâl ilan etti. Fransa’da Macron halkın sokağa dökülmesine yol açan emeklilik reformu tasarısını her şeye rağmen Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile uygulamaya soktu.
Bu örnekleri artırmak mümkün. Demokrasilerin dayandığı temel oydaşma yıkılmaya başladığında zorba hükümetler, demokrasiden taviz vererek kendi iradesini gerçekleştirmeyi hedefleyen liderlerin sayısı hızla artıyor. Bugünkü Avrupa ve özellikle AB’nin en temel ikilemi de bu demokrasi meselesinde yatıyor. Küresel demokratik aşınma ve otoriterleşmeye karşın demokrasilerin temsilciliğini yapmak ile kendi içindeki demokratik aşınmayı durdurma ikilemi. AB’nin bu ikilemi aşmakta başarılı olup olmaması yakın çevresi ile ilişkilerinde de belirleyici olacak.
AB’NİN GELECEĞİ VE KUTUPLAŞAN DÜNYAAB’nin demokratik değerler konusundaki ikilemi AB’nin bir iç sorunu olmanın ötesinde kimliğini ve varoluşunu da belirliyor ve genişleme süreci ve dış ilişkilerini de temelden etkiliyor. Demokrasi birlikte ele alındığı değerlerle güçlendirilmiş olarak, aynı zamanda rasyonel, katılımcı ve şeffaf bir yönetim modeli olarak ön plana çıkıyor. Bu anlamda aslında bir dünya görüşü ve Avrupa’nın savunuculuğunu yaptığı bir yaşam biçimine karşılık geliyor.
Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “AB’nin yeni bir fasıl açmasını beklemeden bütün kuralları kendi ülkemizde hayata geçirmek istiyoruz” yönündeki konuşması bu açıdan çok önemli. Aslında “AB reformlarını AB için değil, kendimiz için yapmalıyız” şeklinde ifade edilen bir görüşe karşılık gelen bu yaklaşım CHP lideri ve Cumhurbaşkanlığı adayı Kılıçdaroğlu’nun ifadesinde yeni bir anlam kazanıyor.
Topu AB tarafına atmadan, AB değerlerini de içinde barındıran kuralların uygulanacağının belirtilmesi AB’nin simgelediği tercihin benimsenmesi açısından kritik bir seçime işaret ediyor. Kılıçdaroğlu AB üyelik hedefini “uygar dünyanın bir parçası” olma” arayışı olarak açıklıyor.
Seçimler sonucunda Türkiye’nin bu yönde bir tercihte bulunması jeostratejik dengeler açısından da kritik. Rusya ve Çin’in geçtiğimiz sene kış olimpiyatları öncesindeki ortak bildirilerinde de ortaya koydukları dünya vizyonu demokrasi ve otoriter rejimler arasındaki kırılmayı da temsil ediyordu. Türkiye’nin seçimi bu açıdan bu iki farklı dünya arasındaki rekabet açısından da önemli sonuçlar doğuracak.
AB açısından Türkiye’nin seçimi AB adayı olan bir ülkenin AB değerlerine mi yöneleceği yoksa AB’nin giderek karşıtı olarak tanımladığı yeni oluşan bir bloka mı yakınlaşacağı sorusunun cevabını verecek. Bu açıdan Türkiye’nin tekrar demokratikleşme rotasına dönmesi ve bunu kendi halkının özgür tercihi ile gerçekleştirmesi aslında yeni bir dönemin başlangıcı olacak.
2000’li yıllarda AB’nin dönüştürücü gücü olarak tanımlanan AB’nin yakın çevresindeki demokratikleştirici etkisi zayıflamış ve özellikle Arap baharı süreci sonrasında demokrasi yerine dirençliliğin yeğlendiği bir döneme yerini bırakmıştı. Türkiye’de demokratik dönüşüm AB üyesi olan Macaristan gibi ülkelerin yanı sıra AB’nin adayı olan ancak AB karşıtı yaklaşımın güçlü olduğu Sırbistan gibi ülkelerde de etkili olacağı gibi Rusya’ya karşı Ukrayna’da verilen mücadeleyi dahi etkileyecek.
AB açısından Türkiye’nin seçimi AB adayı olan bir ülkenin AB değerlerine mi yöneleceği yoksa AB’nin giderek karşıtı olarak tanımladığı yeni oluşan bir bloka mı yakınlaşacağı sorusunun cevabını verecek.
Demokrasinin sadece bir üyelik gereği olarak değil, bir tercih olarak benimsendiği ve içsel dinamiklerle yürütülen bir mücadele sayesinde elde edilebileceği bir dönemin kapısını açacak. Bu nedenle Türkiye’nin seçimi aynı zamanda Avrupa’nın seçimi anlamına geliyor. Avrupa’nın demokrasi merkezli değerlerinin AB’nin ekonomik gücü, normatif gücü ve üyelik hedefinin cazibesi gibi araçsal süreçlerle değil, bizatihi bir dünya görüşü ve yaşam biçimi tercihi olarak benimsenmesi ve Avrupa’nın değerleri olmanın ötesinde evrensel değerler olarak benimsenmesi anlamına gelecek.
AB çevreleri Türkiye’deki seçim sonuçlarını merakla bekleseler de seçim sürecine müdahale etmek olarak yorumlanabilecek herhangi bir eylemden veya açıklamada bulunmaktan kaçınıyorlar. Bu son derecede doğru bir yaklaşım. AB içindeki aktörler Türkiye’deki seçimlerin sonucu ne olursa olsun oluşacak yeni iktidarla çalışmaları gerektiğinin de bilincindeler. O yüzden yarışan taraflar arasında açık bir tercihte bulunmaktan ve kendilerini seçim sonrası süreçte zor konuma düşürecek bir tercihte bulunmaktan kaçınıyorlar.
Bu da anlaşılabilecek bir tutum. Öte yandan, Türkiye’nin yeniden AB üyelik hedefi doğrultusunda reformları canlandırması ve AB’nin temellerini oluşturan değerlere dönmesi AB açısından da önemli sonuçlara yol açacak. Her ne kadar bazı yorumcular AB çevrelerinde Türkiye’de bir değişimin arzu edilmediği ve beklenmediği yönünde yorumlarda bulunsalar da AB’nin hem kimliksel hem de jeostratejik tercihi demokratikleşmeden yana olmalı.
Türkiye’nin AB’ye yakınlaşmasını istemeyen ve öteki olarak sunulan bir Türkiye imgesinden nemalanan bazı çevreler için bu doğru olsa da son dönemde AB ile ilişkileri krize girmiş olan bir aday ülke ve gümrük birliği ortağının yeniden AB reformlarına geri dönmesi ve AB değerlerine yakınlaşması kuşkusuz ki Avrupa bütünleşmesi ve AB’nin geleceği açısından son derecede anlamlı.
AB bu kritik süreçte kendisini bir tarafla doğrudan özdeşleştirmeden bir tercihle özdeşleştirebilir. Seçimler sonrasında AB reformlarına geri dönülmesi ve AB değerlerini ifade eden demokrasi, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, insan hakları ve tabii hemen akabinde hayvan hakları, temel özgürlükler, iyi yönetişim, yolsuzlukla mücadele gibi alanlarda atılacak adımların, AB müktesebatına uyum çalışmalarının AB’de karşılık bulacağının güvencesini vererek tutarlı bir yaklaşım ortaya koyabilir.
Bu öneriye “AB yetkilileri resmî açıklamalarda bunun ipuçlarını zaten veriyorlar” şeklinde karşılık verilebilir. Ancak burada kastedilen AB süreci ile ilgili teknik bir açıklamadan çok AB’nin samimi, güçlü ve fakatsız bir şekilde iradesini ortaya koyması ve bu iradeyi bir aktör üzerinden değil, demokratik bir tercih üzerinden ifade etmesidir: “AB Türkiye’deki seçim sonuçlarına saygılıdır. Herhangi bir müdahale söz konusu değildir. Ancak AB demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü söz konusu olduğunda her zaman taraftır. Bu değerleri gerçekleştirmeyi hedefleyen yönetimlerin de destekçisi olacak ve AB üyelik sürecinin canlandırılması opsiyonu da dahil olmak üzere Türkiye-AB ilişkilerinin canlandırılması için gerekli adımları gecikmeksizin atacaktır” demesi yeterli olur.