Türkiye’nin Kılıçdaroğlu ya da İmamoğlu’na değil; Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu’na ihtiyacı var

Abone Ol
Bir gecede muhalefetin 20 yılda bulamadığı umuda dönüşen Ekrem İmamoğlu, herhalde seçimleri evinde meyve yiyerek izlememeli

Loading...

Eğri oturup doğru konuşalım: Aylar süren dedikodu savaşlarıyla, masa altından birbirine vurulan tekmelerle, paçadan çekiştirmeci ve yaratıcılığı, liyakati ve hakikati sevmeyen bir siyaset girdabıyla kendini boğdu muhalefet. Bugün toplumun önüne gerçekçi ve ikna edici bir programla çıkamamalarının ana sebebi de budur. Seçime yedi ay kadar kısa bir süre kalmışken bu siyasetin sıradanlığı sürerse, muhalefet bir çuval inciri berbat edecek. Türkiye kaybedecek. Dolayısıyla artık bu klikler, partiler, anket şirketleri ve danışmanlar arasında yaşanan savaşın bitmesi; muhalefetin birbirinin paçasından çekiştirmek yerine hep beraber yukarıya taşımayı öğrenmesi gerekiyor. O 6’lı Masa’da oturan herkes bugüne kadar elini zorladı; milletin ne aday meselesinde ne de parti tercihinde net bir kazananı olmadığı için hiçbiri bu kısır mücadeleden zaferle çıkamadı. Artık o’cular ve şu’cuların kavgası bitmeli. Türkiye İmamoğlu’ndan vazgeçip Kılıçdaroğlu’nu ya da Kılıçdaroğlu’ndan vazgeçip İmamoğlu’nu seçmeye zorlanmamalı. Bu ülke, elindeki her yeteneğe ihtiyaç duyduğu bir krizler silsilesinin içinden geçiyor; o masaya oturmayı hak eden herkes, çözümün parçası haline gelmeli. Düşünsenize; Haziran 2023’te, yani Türkiye’nin beş yıldır beklediği o seçimin gecesinde, İstanbul’u 2019’da iki kere kazanarak 31 Mart akşamı şehrin dalga konusu bir ilçesinin yerel yöneticisinden, Türkiye’de değişimin sembolüne dönüşen Ekrem İmamoğlu, o seçimleri evde ailesiyle, eşinin bıçağın ucuyla uzattığı yeşil elmaları yiyerek mi takip edecek? “İzmir’i ver” esprileri mi yapacak Fox’u izlerken? Bu siyasi kapasitenin, hatta İstanbul’un kazandığı bir siyasal fenomenin yeteneklerini bu kadar küçümseyecek, hor görecek miyiz sahiden? Klik savaşlarının parçası olmayan herkes, böylesi bir senaryonun muhalefetin kendi bacağına değil, yaşamsal organlarından birine sıktığı bir mermi olduğunu bilecek kadar kavrayışa sahiptir muhakkak. Neticede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın doğrudan saldırılarına, genel siyaset sahnesine zorla çekilmesine rağmen popülaritesini korumayı başarmış bir lider maça yedekte çıkamaz. Hele ki bu kişinin, muhalefetin 20 yılda “yaptıklarım, yapacaklarımın garantisidir” diyebilme kabiliyetine sahip ilk isimlerinden biri olduğunu düşününce; Dilek Hanım’ın uzattığı o elmanın ne kadar büyük bir potansiyel kaybı olduğu ortaya çıkıyor. Yeni Türkiye neyse, Ekrem İmamoğlu da o aslında. Toplumun İmamoğlu’na ihtiyacı da buradan geliyor. “Yeni Türkiye”den kastettiğim, iktidarın karikatürize anlatısı değil; Türkiye’nin yaşadığı gerçek dönüşüm hikayesinin bir sonucu İmamoğlu. Misal Ekrem Bey üniversiteye girdiğinde bir İstanbullu için Beylikdüzü diye bir yer yoktu; hoş, bugünkü kadar çok İstanbullu da yoktu, 6 milyonluk bir şehirdi sadece. Kentlere göç, belki de AKP’den büyük tek tarihi ve toplumsal hareketti bu dönemde. İmamoğlu ailesi de bu hareketin bir parçasıydı. Kentin gittikçe büyüdüğü, kendi ihtiyaçlarını ve bunlara cevap olan sektörlerini geliştirdiği bir dönemde Ekrem Bey, o kent ile harmoni içinde yaşadı hayatını. Köfteciliği, gittikçe daha çok dışarda yemeye başlayan bir toplumun; müteahhitliği, nüfusuna yetemeyen kentin büyüme ihtiyacının karşılığıdır. Kimsenin bilmediği o uzaklardaki kent köşesindeki Beylikdüzü’nden İstanbul’a bir başkan çıkabilmesinin sebebi, Beylikdüzülünün de İstanbullu olduğu bir kent hayatına Türkiye’nin geçiş yapmış olmasıdır. Muhafazakar desen muhafazakar değil, modern desen tam o da değil; liberal desen tam tutmaz ama bütün sorunların devlet tarafından çözüleceğine dair bir inancı da yok; kentli ama kentin yerlisi değil; varlıklı ama başarısı kentli orta sınıfın inşasından geliyor. Yeni Türkiye neyse, Ekrem İmamoğlu da o. Tayyip Erdoğan, gittikçe içine kapanan, muhafazakarlaşan, ideolojikleşen, kapsayıcılığını yitiren siyasetiyle, kendi elleriyle kurduğu bu Yeni Türkiye’yi kaybederken; İmamoğlu bu Yeni Türkiye’nin kendisini temsil ediyor. Yedek olamayacak kadar değerli bir toplumsal zeminde siyaset yapıyor. Fakat Türkiye, sadece pek de başarıyla baş edemediği bu 20 yıllık değişim hikayesine ihtiyaç duymuyor. Aynı zamanda bu ülkenin insanlarının temsiliyetine önem veren, Meclis’ini işletmeyi becerebilen, insanca bir tartışma ortamı içinde kendi sorunlarını çözme yollarını arayabilen geçmişinin değerlerini de tekrardan devlet yönetimine katmak zorundayız. Her ne kadar muhalefet Parlementer Sistem’in başına “güçlendirilmiş” kelimesini koyarak yeni bir icat çıkarıyormuş gibi yapsa da aslında sadece yüzde 50 + 1’in değil, hemen hemen her vatandaşın temsiliyet bulabildiği bir dün aranıyor. Zira geçmişin değerlerini bugüne taşımak, illa ki geçmişin tamamını bugünde aramak demek değil. Türkiye’de demokrasinin tarihi, aynı zamanda bir ilerlemenin tarihi. Neticede bu ülkede hakiki demokrasi geleneği, “Mecliste muhalefetin lideri olarak oturabileceğim gün, görevimi tamamladığımı düşüneceğim” diyen İsmet İnönü ile başlamıştır. Ve İnönü’den bu yana demokrasi, Türkiye’nin öğrenmek için çaba sarf ettiği ve liderlerinin kendi kendine dayattığı bir yönetim biçimi olmuştur. Doğrusu Kemal Kılıçdaroğlu’nun masaya getirdiği en büyük değer de bu ilerleme hikayesini, bu demokrasi geleneğini bugüne kadar taşımaktır. Tayyip Erdoğan’ın Türkiyesi’nde demokrasi iddiasını, buna mecbur olmadığı halde, sürdürmektir. İnönü’nün hayaletine ihanet etmek yerine; onun dahi toparlayamadığı bir demokrasi koalisyonunu Türkiye’ye kazandırmaktır. Türkiye’nin bu iki siyasi figürden, bu iki siyasi akımdan, bu iki tarihsel fenomenden sadece birini tercih etmeye ihtiyacı yok. Türkiye’nin Kemal Kılıçdaroğlu’na da Ekrem İmamoğlu’na da ihtiyacı var. Paçadan çekiştirmeyi bırakıp, o masanın etrafında bir araya gelip, bu ortaklığın nasıl kurulacağını çözmek; ülkenin ihtiyaç duyduğu yetişkinliği göstermek olacaktır. Zira Türkiye’nin elindeki en büyük şans budur.