Türkiye’nin anayasal gelişmeleri: Bir uçtan öteki uca savruluşun hikâyesi

Abone Ol
Türkiye’deki anayasa gelişmelerinde 1920’den beri süregelen bir sarkaç hareketi seziliyor: Önce meclis üstünlüğüne dayalı iktidarların tutumlarıyla yükselen otoriterlik eğilimi, 61 Anayasası’yla öbür uçtaki özgürlük zirvesine fırlıyor.

Loading...

Türkiye’nin anayasal gelişmelerini değerlendiren Prof. Mümtaz Soysal, bu gelişmelerin bir uçtan diğer uca savrulan sarkaç hareketine benzediğini “100 Soruda Anayasanın Anlamı” başlıklı eserinde belirtmiştir. Soysal’ın konuya ilişkin ifadeleri şöyledir: “Türkiye’deki anayasa gelişmelerinde neredeyse 1920’den beri süregelen bir sarkaç hareketi seziliyor: önce meclis üstünlüğüne dayalı iktidarların tutumlarıyla en yüksek noktaya yükselen otoriterlik eğilimi 27 Mayıs döneminin ardından 1961 Anayasası’yla öbür uçtaki bir özgürlük zirvesine fırlıyor ve sonra oradan da, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinden geçerek, yürütme üstünlüğüne dayalı bir başka otorite anlayışına geri geliyor.”[1] Konuyu Cumhuriyet anayasalarımız yönünden değerlendirdiğimizde Prof. Soysal’ın bu tespitine katılmamak mümkün değildir. Gerçekten 1924 Anayasası, hazırlandığı dönemin anayasacılık ve özgürlük anlayışına bağlı olarak çoğunlukçu (majoritarian) demokrasi anlayışına dayanıyordu. Bu nedenle Anayasa, parlamento çoğunluğunun iradesini sınırlayacak fren ve denge mekanizmalarından yoksundu. Öte yandan Anayasa, kabul edildiği dönemin özgürlük anlayışının gereği olarak sadece devlete müdahale etmeme yükümlülüğü yükleyen klasik haklara yer veriyordu. Diğer bir deyişle Anayasa, 20. yüzyıl anayasalcılığının yarattığı sosyal devlet ilkesine ve devlete pozitif edimler yükleyen sosyal haklara yer vermiyordu. Üstelik Anayasa, içerdiği klasik hakları ayrıntılı olarak tanımlamadığından kanun koyucunun bu haklar üzerindeki yetkisini etkili bir biçimde sınırlayamamıştı. Nihayet 1924 Anayasası, anayasanın üstünlüğü ilkesine 103. maddesinde yer verdiği halde bu ilkeyi etkin kılacak anayasa yargısını düzenlememişti. Anayasanın iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkilerin demokrasinin gereklerine uygun olarak şekillenmesini sağlayacak fren ve denge mekanizmalarından yoksun olması, özellikle 1950’lerin ikinci yarısında bu ilişkileri kopma noktasına getirdi. Bu kopuş ise Türkiye’nin bir askerî müdahaleyle tanışmasına sebep oldu. Bu müdahale bir yandan anayasal gelişmeleri askerî makamların kontrolüne sunarken diğer yandan asker-sivil ilişkilerinin bu ilişkilerin demokratik modelinden uzaklaşmasına yol açtı. Böylece bir yandan silahlı kuvvetler siyasallaşarak gerçek işlevi olan yurt savunması hizmetlerini yerine getirme kapasitesini kaybederken diğer yandan siyaset askerîleşti. Böylece Türkiye siyaseti için hastalık olarak tanımlayabileceğimiz bir gelenek başladı. Siyasi kurumlar karşı karşıya kalınan sorunları diyalog, müzakere ve uzlaşma yoluyla çözecek demokratik bir tutum sergileyemedikçe, karar alma süreçleri tıkandı. Askerî müdahalelerin meşruiyet zemini güçlendi. Bunun sonucu olarak sivil yönetim süreci, 10 yıllık aralıklarla askerî müdahalelerin çeşitli modelleriyle kesintiye uğradı. 27 Mayıs 1960’taki tam askerî müdahaleyi (full scale military intervention) 12 Mart 1971’deki yarı-askerî müdahale (half scale military intervention) izledi. Kavram karmaşasına yol açmamaları için bu iki müdahale türünün ne anlama geldiğini özellikle o dönemleri yaşamamış olan genç kuşaklara açıklamakta yarar görüyorum. Tam askeri müdahaleyle kastedilen, yönetime el koyan askerlerin hükümeti ve meclisi feshederek bunun yerine atanmışlardan oluşan bir hükümet kurmaları; böylece yasama ve yürütme yetkilerini bizzat ve doğrudan doğruya kullanmalarıdır. Yarı-askerî müdahale deyimiyle kastedilen ise askerlerin 12 Mart muhtırasında olduğu gibi parlamento ve hükümeti feshetmemeleri, ancak onları tam bir askerî müdahale tehdidi altında mutlak surette kontrol etmeleridir. Gerçekten 12 Mart muhtırasını yayınlayanlar, bu muhtıranın 3. maddesindeki tehditle sivillerin iradesini zapt etmeyi başarmışlardır. Bu tehdit karşısında Süleyman Demirel Başbakanlığındaki hükümet istifaya zorlanmış; yerine teknokrat ve bürokratlardan oluşan hükümetler kurulmuştur. TBMM ise yürürlükteki 1961 Anayasasını Silahlı Kuvvetlerden gelen talepler üzerine değiştirmiştir. Bu talepler doğrultusunda Anayasanın özgürlükleri düzenleyen hükümleri özgürlük alanlarını kısıtlayacak ve bunların güvencelerini zayıflatacak biçimde değiştirilmiştir. Bundan başka askerî otoritenin 1961 Anayasasıyla elde ettiği ayrıcalıkların alanı genişleyerek askerî irade, sivil yönetim dönemlerinin de ayrılmaz parçası haline gelmiştir. Tam bir askerî müdahale olan 12 Eylül 1980 müdahalesiyle de parlamento ve hükümet feshedilmiş; bu müdahaleyi gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Kasım 1983’teki seçimlere kadar iktidar yetkilerini doğrudan doğruya kullanmıştır. Bu süre içinde MGK, sadece 1982 Anayasasını yapmakla yetinmemiş; aynı zamanda ülkenin hukuk düzenini tepeden tırnağa değiştiren köklü bir hukukî ve siyasi yeniden yapılanma sürecine imza atmıştır. MGK’nin anayasa ve kanunlar aracılığıyla yerleştirdiği otoriter düzen, kısmen ve tedricen değiştirilirken bu kez 28 Şubat 1997 post-modern darbesi yaşanmış; bu darbe, Refah-Yol hükümetinin istifasını teşvik etmiştir. Bundan başka 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararların uygulamaya konması sağlanmıştır. Burada Milli Güvenlik Kurulu’nun 1961 Anayasasıyla yaratıldığını, 12 Mart’ın gölgesi altındaki 1971 Anayasa değişikliğiyle yetkilerinin güçlendirildiğini, 1982 Anayasasıyla ise Bakanlar Kurulu yanında, hatta ondan daha güçlü karar verici bir makama dönüştürüldüğünü hatırlatmak gerekir.[2] Nihayet 10 yıllık bir aradan sonra bu kez Nisan 2007’de 11. Cumhurbaşkanının seçimi dolayısıyla Genelkurmay Başkanlığının web sayfasında yayınlanan bir muhtırayla yeni bir müdahale türü olan e-darbe süreci yaşanmıştır. Ancak darbecilerin murat ettikleri sonuç doğmamış; tam aksine e-darbe, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçmen desteğinin güçlenmesine yol açmıştır. Bu e-darbenin hedefinde 11. Cumhurbaşkanlığına aday olan Sayın Abdullah Gül’ün seçiminin engellenmesi vardır. Bu darbeye Anayasa Mahkemesi de katılmış; Yüksek Mahkeme, yıllarca unutulmayacak olan ve Türk anayasa yargısının itibarını zedeleyen meşhur 367 kararına imza atmıştır. Ne var ki darbenin daha vahim neticesi, o günkü AKP parlamento çoğunluğunun Anayasanın Cumhurbaşkanının seçimini düzenleyen 101 ve 102. maddelerini değiştirerek Cumhurbaşkanını seçme yetkisini halka tanımak olmuştur. Bu değişiklik, 21 Ekim 2007 halkoylamasıyla yürürlüğe girmiş; 12. Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı sıfatını kazanmıştır. Sayın Erdoğan bu sıfatı kazandıktan sonra halk tarafından seçilmenin manevi gücünü kullanarak kendi partisinin hükümetlerine dahi meydan okumuştur. Nihayet 15 Temmuz darbe teşebbüsünün bastırılması kapsamında ilan edilen olağanüstü hal yönetimi, zaten otoriterleşmekte olan Türkiye’yi otoriterizm istasyonuna daha büyük bir hızla yaklaştırmıştır. Olağanüstü halin her tür ifade hürriyetini yok ettiği baskı ortamında 21 Ocak 2017’de TBMM’de kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine yönelik anayasa değişikliği, aynı ortamda 16 Nisan 2017 halkoylamasında kabul edilerek Temmuz 2018’de tüm hükümleriyle yürürlüğe girmiştir. Böylece Temmuz 2018’den itibaren Türkiye’yi otoriterizm istasyonuna taşıyan süreç, daha büyük ivme kazanmıştır.
Bugün Türkiye, her tür anayasal hürriyetin keyfî olarak sınırlandığı bir dönemden geçmektedir. Konserler iptal edilmekte, TV kanalları cezalandırılmakta, eleştiri hürriyetini kullananlar otoriterizmden nasibini almaktadır.
Bugün ise Türkiye, her tür anayasal hürriyetin keyfî olarak sınırlandığı bir baskı döneminden geçmektedir. Bu süreç, toplumun çok geniş kesimlerini içine almıştır. Konserler iptal edilmekte, muhalif yayın yapan TV kanalları cezalandırılmakta, eleştiri hürriyetini kararlılıkla kullanan siyasiler otoriterizmden şu veya bu biçimde nasibini almaktadır. Dün (31 Mayıs 2022) ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin Millet İttifakı tarafından kazanılmasında önemli rolü olan Canan Kaftancıoğlu, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin 12 Mayıs 2022’de "kamu görevlisine karşı görevinden dolayı hakaret"ten verilen 1 yıl 6 ay 20 gün, “Türkiye Cumhuriyeti Devletini alenen aşağılamak"tan verilen 1 yıl 8 ay, “Cumhurbaşkanına hakaret" suçundan verilen 1 yıl 9 ay olmak üzere toplam 4 yıl 11 ay 20 gün ceza hükmünün infazı için Silivri Cezaevi’ne teslim olmuştur. Kaftancıoğlu’na verilen ceza, önemli bir matematik hesabına dayanmaktadır. Çünkü Anayasamızın milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen 76. maddesi, 2. fıkrasında seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran haller arasında “taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla hapis ile ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar” ifadesine yer vermiştir. Bu hüküm karşısında Sayın Kaftancıoğlu, giydiği hüküm nedeniyle milletvekili seçilme yeterliliğini kaybedecektir. Şimdi gelelim yazının başlangıç noktasındaki asıl vurguya. 1982 Anayasasına kıyasla çok daha özgürlükçü olan 1961 Anayasası, milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen 68. maddesinde bu yeterliliği ortadan kaldıran haller arasında “-taksirli suçlar hariç olmak üzere- beş yıldan fazla hapis cezasiyle (…) hüküm giymiş olanlar” ifadesine yer vermişti. 1982 Anayasa yapıcıları, siyasetten uzak, tamamen steril bir parlamento yaratmak istedikleri için milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran haller arasında yasakçı zihniyetlerinin eseri olarak bir yıldan fazla hüküm giymeyi, milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran haller arasında kabul etmişlerdi. Her ikisi de askerî müdahale ürünü olan 1961 ve 1982 Anayasalarının özgürlüklere ilişkin düzenlemelerini kıyasladığımızda, Prof. Soysal’ın sarkaç metaforuyla açıklamak istediğinin ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Sadece milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen hüküm yönünden yapılacak karşılaştırma dahi bu görüşü kanıtlamaktadır. Burada anılan hükmün Adalet ve Kalkınma Partisi’nin parlamento çoğunluğunu kazandığı 3 Kasım 2002’den sonra 7 Aralık 2002 tarihli 4777 sayılı Kanunla değiştirildiğini hatırlatmak isterim. Bu değişiklikle maddenin 2. fıkrasının içerdiği milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran nedenler arasındaki “ideolojik ve anarşik eylemlere” ifadesi ilga edilerek “terör eylemlerine” ifadesi kabul edildi. Değişikliğin asıl amacı, okuduğu bir şiir nedeniyle TCK’nin 312. maddesinin 2. fıkrasından hüküm giyen ve Pınarhisar Cezaevi’nde 4 ay süreyle özgürlüğünden mahrum olan; böylece milletvekili seçilme yeterliliğini kaybeden R. T. Erdoğan’a seçilme yeterliliği kazandırmaktı. Burada dikkat çekmek istediğim husus, R. T. Erdoğan’ın milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran ceza hükmünün bir yıldan kısa süreli olmasına rağmen “ideolojik ve anarşik eylemler” arasında yer almasıydı. Bu nedenle AKP çoğunluğu, CHP’nin de desteğiyle maddenin içerdiği bu kavramı ilga etmek ve yerine “terör eylemleri” kavramını kabul etmekle yetindi. Böylece R. T. Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin önündeki anayasal engel ortadan kalktı. Ne var ki bu değişiklik, tek başına ona derhal aday olup milletvekili seçilme imkânını sağlamıyordu. Müteakip seçimlere kadar beklemesi gerekiyordu. Bu süreyi kısaltmak ve Sayın Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin önünü derhal açmak için Anayasanın seçimlerin geriye bırakılması ve ara seçimleri düzenleyen 78. maddesine aynı tarihte (27 Aralık 2002) yeni bir hüküm eklendi. Bu hüküm şöyleydi: “… bir ilin veya seçim çevresinin, Türkiye Büyük Millet Meclisinde üyesinin kalmaması halinde, boşalmayı takip eden doksan günden sonraki ilk Pazar günü ara seçim yapılır.” Bu düzenlemelerin yürürlüğe girmesinin ardından tamamı Adalet ve Kalkınma Partisi’nden seçilen Siirt milletvekilleri istifa ederek 78. maddeye eklenen hükmün yolunu açtı. 9 Mart 2003’te yenilenen Siirt seçimlerinde Erdoğan milletvekili seçilerek AKP hükümetine Başbakan olarak atandı. O tarihlerde yasakçı ve vesayetçi zihniyetin mağduru olan Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekilleri, sadece kendi mahallelerinin ihtiyacını karşılayacak bir reform yaparak milletvekili seçilme yeterliliği ile siyasi partilere üyeliğin karşısındaki engelleri tek tek temizlediler. Adalet ve Kalkınma Partisi kadroları, bir zamanlar salt siyasi görüşleri nedeniyle kendilerinin maruz kaldıkları mağduriyeti bugün başkalarına yaşatmaktan çekinmiyorlar. Peki bu tablodan çıkacak sonuç ne olur? Aldığı ceza hükmü nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını ve milletvekili seçilme yeterliliğini, hatta bir siyasi partiye üye olma imkânını kaybeden Sayın Erdoğan, bu mağduriyetin kamu vicdanında yarattığı yara üzerinde nasıl yükselmişse kim bilir belki Sayın Canan Kaftancıoğlu da benzer bir siyasi yükseliş yaşar. --- [1] Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, 1992, s. 23. [2] Ayrıntılar için bakınız Serap Yazıcı, Türkiye’de Askerî Müdahalelerin Anayasal Etkileri, Yetkin Yayıncılık, 1997; Serap Yazıcı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Yetki ve Ayrıcalıkları: Sivilleşmeye Yönelik Anayasal ve Yasal Reformlar”, içinde Demokratikleşme Sürecinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, s. 79-115.