Türkiye’de özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi projesine davet (II)

Abone Ol
 Aydan Gülerce Muhtelif kaynaklar, bugün dünyada ve Türkiye’de bireysel veya kolektif yaşanan tüm varoluşsal kaygıların  – elbette değişken biçimsel ve olumsal özelliklerini bir yana koyarak – insanlık tarihi kadar eski olduğuna işaret ediyor. Keza, insanların tarih boyunca bu kaygıları ile başa çıkmak ve selamete kavuşmak için, evreni açıklayacak temel bir güce, tinsel bir varlığa sığındıklarını da biliyoruz. Çeşitli mitolojik ve dinsel inanışlar, sadece evrenin usuna ve ruhuna yaklaşım biçimlerindeki farklılıklarla birbirlerinden ayrıldı. 16. yy’dan itibaren bilimsel düşüncenin gelişmesiyle de bu inançlar hiç bir yere kaybolmadı. Modern toplumların; dinlerin (a) kurumsal, (b) öğretisel ve (c) öznel özel alanı düzenlemeleri ile bilimsel bilgiler arasında kurabildikleri eşgüdümlü ve dengeli ilişkiler, birbirlerinden farklılık gösterdi elbette. Ancak, dinler ve seküler bilim söylemleri arasındaki kurumsallaşmış ve kemikleşmiş gerilimler hiç bir toplumda hiç bir zaman dinmedi. Türkiye’de de laiklik meselesinin hala iyi çözümlenemeyişi, bugünkü  artık kördüğüm olmuş, hatta neredeyse keçeleşmiş pek çok toplumsal sorunun ana sebeplerinden biri. Fakat, Cumhuriyet tarihi boyunca, özellikle de çağdaş eğitime hızlı geçişe yetişememiş, çeşitli ve kısıtlı sosyokültürel desteklere erişememiş muhafazakar dindarların, hem özel alandaki psikolojik gereksinimleri için dinsel töre ve geleneklere daha sıkı sığınmaları, hem de -- kendilerini kamusal alandan dışlanmış hisset(me)miş olsalar bile -- bu kırılganlıklarını istismar eden popülist siyasetçilere açık olmaları kaçınılmazdı. Buna rağmen, hala laiklikten çok laikçi ve bilimsel düşünceden çok bilimci olmak; dini ve tinsel felsefi meselelere ön yargılı ve gerileme kaygılı yaklaşımlar sürdürülüyor. Elbette, karşılıklı olarak “ötekileştirici siyaset ve eylem biçimleri” de toplumu selamete filan değil, daha çok husumete götürüyor. Üstelik bütün bunlar, dünyada modernist bilimciliğin dini dogmalardan farksız bir iktidar aracı olması başta olmak üzere, pek çok anti-demokratik özelliğinden ve toplumsal uygulamalarından ötürü eleştirildiği bir tarihsel devirde oluyor. MUHALEFETLERİN GAFLETİ Özellikle de ötekileştirici ve popülist siyaset, kendi karşıtına-bağımlıdır. Yani, kendini ve ötekini yeniden-üreten söylemler ile mutlaka popülasyonu böler. Sol veya Sağ, vb hiç farketmeksizin her türlü ideolojik veya her hangi bir çeşit söyleme hizmet edebilir, ancak kendi tarafını, “yandaşını”  kayırmacıdır. Böylece hem onu öne çıkarır, hem de kendinin “parçalı özneleşmesine”, diğerinin (“kendi ötekisinin”!)  “parçalı nesneleşmesine” katkıda bulunur. Başlangıç, süreç ve sonuç olarak, ciddi polarizasyona götürür. Yarılma sonrasında da, iktidarda görüneni de, ona muhalefet edeni de aynı sarmala hapseder. Cumhuriyet projesinin bir türlü demokrasi projesine dönüşememesine, geçmiş iktidar-muhalefet ilişkilerinin, giderek sertleşerek ve belirginleşerek tekrarlanmış, siyasi dinamiklerine bir de bu gözle bakabilmeli! Nitekim, günümüze ve bir örnekle dönecek olursak eğer, mevcut muhalefet de (Kılıçdaroğlu’nun ve kanımca geçerli karşılığı da olan ifadesi ile) mevcut iktidarın “şifrelerini” söktüğünü düşündü ve açıkça dile getirdi. Ancak o “şifreleri” halka afişe etmek ile veya söylemde dillendirememek ile, onun gücünü sönümlendiremeyeceğini göremedi. Hatta tam tersine, onu yeniden canlandırdığını ve iktidarda kalışını uzatmaktaki katkısını bir türlü kabullenemedi. Öyle görünüyor ki, ulaşılmak istenen geniş halk tabanı ile arasındaki en büyük engelin; parti-içi kabuklaşmış yapısal dirençler, kısıtlı kitle iletişim olanaklarına erişim, haksız siyasi rekabet ve benzeri, doğru engellerden de öte, halkın kendisinden sahici talebini – söz gelimi, nasıl bir “sakin(leşetirici) güç” olmasını beklediğini -- duyamamak olduğunu anlamadı. Naçizane kanımca, kurumsal siyasi muhalefetin ve kendi sadık seçmenlerinin belki de en büyük gaflleti; hala iktidarın cemaat kültürlü tabanı ile ve takiyyeci postmodernist siyasi taktiklerle kurduğu sıkı bağın, duygudaşlık olduğunu ya iyi anlamamak ya da onun (başlangıç-süreç-sonuç!) belirleyici önemini pek önemsememek. Ayrıca, kendinin modernist, humanist ve öznel mantığının argümanları ile -- ör., hukuku, yoksulluğu, vb anlatarak -- asla bu sadakati zayıflatamayacağını anlayamamak. “İrrasyonel” görünenin kendi mantığını çözememek. Üstelik iktidar kendiliğinden çürümekteyken bile, hatta her türlü iç-dış konjonktürel siyasi kartlar muhalefetin kendi eline gelmiş iken, yukarıda betimlediğim “bakışık ötekisini” tahrik ve ateşini körüklemek yolu ile, sadece onu diriltme işlevi gördüğünü idrak edememek. Dahası, bu şekilde ne kendini, ne de “kandırılmış cahil seçmeni” özgürleştirebileceğini kavrayamamak veya geleneksel siyasi alışkanlığını terk edememek. Kaldı ki, ister demokrasiye geçiş için olsun, isterse demokrasi icadı öncesi veya dışı topluluklarda huzur ve barışın sağlanması için olsun, “kan davası”nı önce hangi kabilenin başlattığı, hangi tarafın “kindar” veya hangisinin ve neden “haklı” olduğu o kadar da önemli değil: Ondan ziyade, sonlandıran tarafın daha önce ve daha çok “kazanarak”,  kendini ve diğerini de birlikte özgürleştireceği hususu, çok daha anlamlı! Hatta bu nokta,  salt bir ahlaki olgunluk veya erdem meselesi de değil. Aynı zamanda da hem siyasi gelişmişlik, hem de pragmatik demokrasi tecrübesi açısından, kilit bir siyasipsikolojik stratejik tercih ve “sağlam risk” taktiği. DİRENİŞİN VE DÖNÜŞÜMÜN SİYASETİ Türkiye’nin son on yılda adamakıllı belirginleşmiş siyasi kutuplaşması, bugün iktidardaki Cumhur ve muhalefetteki Millet İttifaklarının temsiliyetlerinde hala sürdürülüyor. Tabii bir de kamuoyu yoklamaları her ne yüzdelikleri vermiş ve verecek olursa olsun, bunların şu veya bu sebeplerle dışında kalan, tarafını seçmemiş, seçmeyecek olan, iki seçeneği de reddeden, kararsız bekleyen, apolitik, protestocu, vb bir üçüncü küme var. Belli ki, uzunca bir süredir gıyabında pazarlık konusu yapılan ve eşzamanlı olarak kendi “dışlanmasını ve ötekileştirilmesini” kendi özbenliği olarak benimsemiş ve bunun mevcut siyasi konjonktürde güçlü bir “koz” olabileceğinin farkına varan bir de HDP var. Onun da muhtelif kısa-orta-uzun vadeli stratejik hesaplamalar ile, iki ittifaktan birine katılmak yerine, kendi alternatif siyasetinin peşinde olması son derece olağan. Elbette bunlara, bilerek veya bilmeyerek, formel veya enformel olarak, olası bir üçüncü ittifak oluşturmak kadar, demokratik dönüşümlerinin tetikçisi olabilme fantazisi de dahil. Öte yandan, kurumsal siyaset muhalefetleri dışında da sivil toplumda yabana atılmayacak muhtelif isyan ve direniş kıpırtıları (ör. Boğaziçi, İkizdere, vb) çoğalmakta. Şimdilik çoğu, “saçma” dedirtecek, yani “kör göze parmak” derecesinde, iktidar tarafından kışkırtıcı, sataşmacı, yasaklayıcı, tacizkar, kaba şiddet kullanıcı ve benzeri, özetle “sinir uçlarını dürtme” eylemlerine verilen refleks tepkiler. Kısacası, insan yenidoğanının yaşama gelirken sahip olduklarını bildiğimiz birkaç refleks (ör., Babinsky, Patella, vb) gibi “ilkel” ve “uyarana bağımlı” davranışlar. Açıkçası, donanım ve tanımı gereği zayıf ve kaçınılmaz biçimde yetersiz kalan “kısmi ve bölgesel savunmalar”. Nitekim, her türlü güç ve iktidar, direniş ve muhalefetle beslenir. Hatta onu kurgular ve kendisi çağırır. Başka bir deyişle, kendine ne kadar güç atfedilmiş olursa olsun, hiç bir iktidar, salt kendi popülist ve araçsal retorik veya politikaları ile tek başına yaşayamaz. Ne kadar baskıcı ve sindirici olursa olsun, güce karşı sergilenen her direnişin, direncin özgürleştirici olduğu kadar statükoyu besleyici yön veya tiplerini iyi kavramsallaştırabilmek gerek. Güç, dolayısıyla direniş, ilişkisel olarak çözümlenmeli! Sonuç olarak, geçen haftaki son yazımda  (1) da değinmiş olduğum gibi, 21. yüzyıl Türkiye’sini, yüzüncü yıl seçiminde daha iyiye götürecek, gerçek anlamda çağdaş, sağlam ve güvenilir bir demokratik hukuk ulus-devletine dönüştürecek olan; bu türden yapay ittifaklarla “klasik diyalektik” veya “olumsuz diyalektik” toplumsal egzersizler değil. ÖZGÜRLÜKÇÜ VE DEMOKRASİ PROJESİ DAVETİ O halde, bu aşamada daha fazla gerekçelendirmeden ve Türkiye’de özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi projesi için toplumsal müzakere için olmazsa olmazların hızlıca bir dökümünü yapalım. Hatta ilk etapta, daha en başından masada olmaması gerekenlerle başlayarak, birbirleri ile bağlantılı 10 başlatıcı çağrı maddesini sıralayalım: 1) Kitleleri ve liderleri, kaçınılmaz biçimde totaliterliğe sürükleyen popülist siyaset alışkanlıkları ivedilikle terkedilmeli. 2) Temsili demokrasiyi, demokrasiyi güç için araçsallaştıran bir temsil olmaktan çıkarıp; hakça, huzurlu ve onurlu bir yaşam için önemli bir temel değer ve amaç olduğuna inanarak, bir yaşam felsefesi ve biçimi olarak doğru kavramalı. 3) Keza, popülist siyasetçilerin koltuk sayısı gibi araçsalcı stratejilerini şöyle veya böyle yönlendiren her türlü oy odaklı nabız yoklamalarından, öznelliği ve bireyselliği grup içinde eriten popülasyon istatistiklerinden uzak durulmalı. 4) Demokrasi projesi, öncelikle kendi ortak kavramsal dilini ve geniş kapsamlı ve derinlikli çerçevesini oluşturma hedefine yönelmeli. Zaten bu süreç zarfında da olası çatışma veya çelişkilerin de giderileceği, ortak toplumsal vizyona yaklaştıran yapıcı etkişimlerin kendiliğinden oluşacağı verili alınmalı. 5) Dolayısıyla da diyalojik akıl ile ve için, şimdiki toplumsal çözümlemelere ve yenilenme imgelemlerine öncelik veren, geçmişten öğrenen ve geleceği kurgulayan dönüşümsel tarih anlayışı benimsenmeli. 6) Aynı tarih anlayışı ile, kendine-merkezci ve içe-kapanık  ve iç-dış engelleyici bahanelerinden arınmış biçimde dünyaya ve başka oyunculara bakarak kendi öznelliği ile tanışmalı, güçlü, zayıf yanları ve gerçekçi sınırları ile yüzleşmeli. Kendini ya ABD-AB ya da Rusya-Çin  ittifakları gibi “dış ikicillikler” arasında konumlamanın,“iç yarılmışlığı” ile karşılıklı kurulduğunu görmeli. 7) Şimdiki Türkiye toplumdaki kilit geçerliği ve tabanda sahici karşılığı olan demokratik dönüştürücü ayrışmanın; siyasi parti veya ittifak temsilleri ile değil; hepsinin tabanlarını yaran ve yatay kesen “özgürlükçü” ve “muhafazakar” kesimler arasında olduğu unutulmamalı. 8) Kurumsal temsilleri olsun veya olmasın, siyasi partiler onları “geriden” izlesin veya izlemesin, gizil ve kalıcı toplumsal oydaşmaya götürecek müzakereler, halkın tabanında ve birey yurttaşlar ile kendiliğinden başla(tıl)malı. 9) Öncelikli olarak, ortak yaşam biçimleri üzerinden, son derece somut ve gündelik yaşamsal sorunların çözümüne odaklı ve yerinde irili ufaklı projeler çoğaltılmalı ve birlikte yürütülmeli. Gönüllü katılımcılık ile yerel yönetimler mutlaka desteklenmeli, yönlendirilmeli. 10) Salt siyasi parti kurumları değil; medyadan akademiye, sermayeden  endüstriye kadar toplumun her katmanındaki ve tüm sektörlerindeki kurumlar, hem kendi içlerinde dikey, hem de birbirleri ile yatay bağlantılar ile etkileşmeli. Kendi kurumsal veya sektörel yarılma ve ayrışmaları ile, hatta kendi “yeraltlarındaki görünmez örgütlenme ve çeteleşmelerle”, ivedilikle yüzleşmeli. Sonuç olarak, bugün top yekün yasta ve anlaşılır biçimde endişe ve evham içinde olan Türkiye, aynı zamanda da son derece heyecan ve umut verici gelişmelere gebe. İster “Tarih-coğrafya kaderdir!” diyenlerden, ister “Doğduğun ev kaderindir!” diyenlerden olun; yoldaki bu “yenidoğan”ın, “kültürel karakter ve siyasi kimliğinin” de projelendirilmesi gerekiyor. Yeterli zaman da var. Ancak, her halükarda, toplumun Akdenizli sıcakkanlılığını ve fevri tepkiselliğini dengeleyecek Avrupalı serinkanlılığı ve Ortadoğulu feodal bağnazlığını uygarlaştıracak kadim medeniyetler beşiği Anadolu bilgeliği ile. Türkiye’nin serinkanlı ve bilge “çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi projesine” doğru ve içinden diyaloğa devam o halde. (1) https://www.politikyol.com/turkiyenin-yuzuncu-yil-secimi-i/ *  Prof. Dr. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi
 Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.