Türkiye’de kadın erkek eşitsizliği ve tarihsel kökenleri

Abone Ol
İngiltere’den başlayan feminist mücadelenin yayılma sürecinin Sanayi Devrimi’nden sonraya rastlamasının da bir anlamı vardır. Aksi takdirde, Virginia Woolf da ‘bu kadın bir cadı’ denilerek pekâlâ yakılabilirdi.

Loading...

İslam ve diğer dinler sosyal bir düzen inşa etme amacıyla ortaya çıktı ve yayıldı. İnsanlar bir arada yaşamaya başladıktan sonra çok daha farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Bazıları bugün bile devam eden aynı problemler aslında. Yasaklamayla, silah zoruyla, cebirle insanların rıza üretmesini uzun vadede sağlayamıyoruz. İnsanların rıza göstermemesine yol açan ise temelde iki farklı senaryo oluyor. İnsanlar ya geçmişte sahip oldukları refaha günümüzde sahip olamadıkları için ya da yaşadıkları anda sahip olamadıkları refaha sahip olanları gördükleri için rıza yerine itiraz geliştiriyorlar. Bu nedenle, dinler insanların rızasını alarak bir sosyal düzen inşa etme amacı taşımaktadır, bu ister İslam olsun, ister Hristiyanlık isterse de uzak doğu dinleri. İslamiyet öncesi döneme bakarsak aslında şu soruyu sorabiliriz. Ne olmuş da birisi mevcut düzene karşı bir hareket geliştirerek düzenin değişiminde başarıya ulaşmış? Peygamberler çoğu zaman yerleşik sermaye düzeninde yaşanan aksaklıkları vurgulayarak insanları buna karşı olmaya ikna ederek yeni bir düzen kurma gayesi gütmüş insanlardı. Firavun mesela muhtemelen yerleşik sermaye düzeninin tepesindeki insandı ama tek başına bundan nemalanan kendisi olamazdı. Yakın çevresinde bulunan insanlar diğer adıyla iktidar elitleri ile beraber bir düzen oluşturulmuştu. Müesses nizam ya zamanla daha çok kaynağı kendisine aktararak toplumsal bölüşüm sorunları yaşanmasına neden oldu ya da yaşanan refah asimetrisinde fazla sayıda insan mağdur edildiğinden dolayı isyan hareketleri başarıya ulaştı. İnsanlar paranın, geçmiş dönemde de altının miktarı üzerinden kolay kolay birbirlerine girmezler. Toplumsal tansiyonu tetikleyen unsur gelirin değil refahın asimetrik dağılımıdır. Bu günümüzde bile böyledir. Bankada milyonlarca dolar paranız olmasına rağmen bu paraya dokunmayacak sabrınız ve bunu saklayacak dirayetiniz varsa çevrenizde pek kıskanılmazsınız ama genelde insanın içindeki beğenilme ve takdir edilme arzusu buna engel olacaktır. Peygamberler bunu gözlemeyi başarabilmiş insanlardı. Teknoloji, bilim ya da mühendislik günümüze göre gelişmemiş olsa bile insan her yerde insandır. İnsan bütün zaaflarıyla insandır. Bu yüzden kurulu sosyal düzenin temel taşı toplumların genelini bir lokma bir hırka ve benzer söylemlerle aza kanaat etmeye ikna etmek olmuştur. İktisadi açıdan ele almak gerekirse, toplumlara toplam iç taleplerini baskılamaya itecek politika setlerini uygulamak dinlerde temel amaç olmuştur. O dönemlerde bir para politikası olmadığı için maliye politikalarıyla idare edildi tabii. Bunun özellikle Orta Doğu için istenmesinin farklı nedenleri de var. O dönemde de Orta Doğu en çok karışıklığın yaşandığı bölgelerin başında geliyor. Çünkü hem Çin-Avrupa ticaret yollarının üzerinde bulunuyor hem de Mezopotamya ve Nil bölgelerinin tarıma son derece elverişli olması nedeniyle bölgede üretim de çok fazla oluyor. Bu ikisini yan yana koyup düşünün. Üretimin ve ticaretin bol olduğu yerde çok yoğun bir para sirkülasyonu olur. Bu yüzden bu sirkülasyondan nemalanacak olan çıkar gruplarının yaşantıları toplumun kalanına göre oldukça müreffeh olacaktır. Bu da ister istemez bölüşüm sorunları ve iktidar mücadelelerine zemin hazırlar. İşte bu yüzden aza kanaat edin, bir lokma bir hırka yeter çok fazla açgözlü olmayın temalı dinler ve bu dinlerden biri olan İslam tarih sahnesine çıkabilmiştir. Bu durum genişleme siyasetinin izlenmesini de kolaylaştırmıştır. Çünkü geniş kitleler ve liderleri çok fazla kaynak tüketmediği zaman artık değeri kullanarak merkezileşebilen yapıların elinde çok fazla kaynak birikir. Bu kaynakları yeni seferler için kullanabilirlerse yayılabilirler.
Bir toplumda herkesin rızasını her zaman üretmek mümkün değildir. Bu minvalde, erkeklerin kahir ekseriyetinin rızasını üretebilmek, fiziksel avantajları nedeniyle kadınların rızasının üretilmesini ikinci plana atabilmektedir.
Kadının böyle bir düzen içindeki rolü de onun sosyal yaşamdan mütemadiyen uzaklaşmak zorunda kalmasına neden olmuştur. Bugün Türkiye'de bile durum böyledir. Toplam talep azaldıkça kadının sosyal hayattaki görünürlüğü kaybolmaya azalmaya başlar. Ekonomi daraldığında en çok istihdam kaybı kadın istihdamında görülür. Bir toplumda herkesin rızasını her zaman üretmek mümkün değildir. Rızasını üretebildikleriniz rızasını üretemediklerinizin üzerinde baskı kurabilecek ve bunu sürdürebilecekse de müesses nizam ayakta kalabilir. Bu minvalde, erkeklerin kahir ekseriyetinin rızasını üretebilmek, fiziksel avantajları nedeniyle kadınların rızasının üretilmesini ikinci plana atabilmektedir. Bunun dışında ana üretim unsurunun tarım olduğu dönemde toplam talebi baskılayan politika setleri kadını iktisadi sistemde bir aktör olarak görmek istemez. Fiziksel gücünün sınırlı olması nedeniyle kadının çiftçilik ve askerlik gibi mesleklerde değerlendirilmesi en azından erkekle eşit değildir. Üretimde bir erkek kadar verimli olamayan kadını, toplam talebi de baskılamak isteyen bir sistemin içine koyduğunuzda tüketici de olamayacağı için erkek ile eşit olmamasını beklemek son derece normaldir. Buna bir de kadının doğurabilme kabiliyetini eklediğinizde sistemin devamlılığı için doğurması gerekliliği de ortadayken üretici olarak iktisadi aktör olamayan kadının, tüketici olarak zaten olmamasını dayatınca iyice kamusal alandan dışlanması gerekirdi. Tarihe nesnel bakarsanız bunun bir suç ya da hata değil sosyal düzen inşa sürecinde bir tercih olduğunu görürsünüz. Aslına bakarsanız sanayi devrimine kadar da bu düzen sorunsuz çalıştı çünkü üretim kas gücünün bir fonksiyonu olduğu sürece kadın erkekle nasıl eşit olabilirdi ki?
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ya da genel olarak kadın hakları ekseninde şartların kötüleşmesi ile enflasyon arasında her zaman bir korelasyon olacaktır.
Sanayi devrimi sonrasındaki süreçte üretim kas gücüne bağlı olmaktan çıktıkça kadının da istihdam edilebilmesinin önü açıldı. Tabii ki, özellikle İngiltere’den başlayan feminist mücadele süreci başlı başına incelenmesi gereken bir alandır ama bu alanının sosyal olarak gelişmesi ve yayılmasının mümkün olmasının sanayi devriminden sonraya rastlamasının da bir anlamı vardır. Aksi takdirde, Virginia Woolf da bu kadın bir cadı denilerek pekâlâ yakılabilirdi. Bu durumun günümüzde Türkiye’de kadınların konumu üzerine de birtakım yansımaları vardır. Kadının sosyal hayattaki görünürlüğü onun sadece tüketici değil üretici olarak da varlığını ortaya koyabilmesine bağlıdır. 12 Eylül sonrası süreçte genel olarak sınıfsal çıkar odaklı örgütlülük sekteye uğratılsa da, Türkiye’deki farklı toplum kesimlerinin birbiriyle iletişimi de kesildi. Üniversitelerde başörtüsü ya da meslek liselerine katsayı uygulamaları bu iletişimin yeniden kurulmamasını isteyen devlet aklı tarafından uygulandı. Bunun en temel nedeni, sermayedar-işçi-devlet üzerine inşa edilmiş olan bir makroekonomik sistemde kaynak yaratması için kaynak aktarılacak kesim konusunda devletin ve milletin talepleri arasındaki uyuşmazlıktı. Bu tarz bölüşüm sorunları kaynak yetersizliği nedeniyle aşılamadığı için toplumun enerjisinin farklı alanlara kanalize edilmesi gerekiyordu. Ayrıca kaynak üretim mekanizmalarının akamete uğramaması için de farklı toplum kesimlerinin birbirlerinden haberdar olmamasını sağlamak ve gerekirse diğerini kullanarak öbürünü korkutmak sık kullanılan bir yöntem oldu. Bu şartlar altında, kadınların hak taleplerini değerlendirdiğimiz zaman bu durumun mevcut bölüşüm düzeni üzerinde yeni bir baskı yaratacağı aşikârdır. Bu nedenle, İstanbul Sözleşmesinden çıkılması ya da genel olarak kadın hakları ekseninde şartların kötüleşmesi ile enflasyon arasında her zaman bir korelasyon olacaktır. Bölüşüm sorunları sadece sermayedar ile işçiyi değil devleti de yakından ilgilendirdiğinden dolayı üçlü bir uzlaşma oluşmadıkça toplumsal rıza üretiminde sorunlarla karşılaşılacaktır.