Seçimden sonra Erdoğan, 2017 değişiklikleriyle anayasa hükmü haline gelen yetkilerini abartılı biçimde ve anayasa sınırlarını da zorlayarak kullanmaya başladı. Erdoğan’ın bu tutumu, 2017’de getirilen anayasa hükümlerine bile aykırı.
“Tarihi bilmek, geleceği görebilmenin en aydınlatıcı yöntemlerindendir.”
Cumhurbaşkanlığı kurumu, bizim siyaset dünyamızın -baştan beri- temel tartışma konularından biri olageldi. Çok partili sisteme geçilirken cumhurbaşkanlığı kurumunu yeniden tanımlayan bir anayasal düzenleme yapılmamıştı. O nedenle, çok partili dönemin ilk yıllarında cumhurbaşkanının konum ve tutumu sürekli bir çekişme konusuydu.
1961 Anayasasıyla yapılan düzenleme parlamenter demokrasinin gereklerine uygundu; ancak cumhurbaşkanı seçiminin sonuçsuz biçimde uzayıp gitmesi halinde ne olacağı öngörülmediği için 1980’de krize neden oldu. Bu kriz, 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden biri olarak hala akıllardadır. 1982 Anayasası’nda seçim krizini giderecek önlemler alındı; ama bu kez darbe liderinin bu makama oturacağı öngörülerek yetkileri abartılı biçimde arttırıldı. Aradan geçen onyıllarda bu yetkilerin, parlamenter demokrasi kurallarına uygun olarak yeniden düzenlenmemesi, makama gelenlerin başkanlık heves ve arayışlarını özendirdi.
2007’de anayasa hükümlerinin kasıtlı ve hukuka aykırı yorumundan kaynaklanan ve ancak seçime gidilerek aşılan yeni kriz, bu kez doğrudan seçim tartışmalarını gündeme taşıdı. 2007 seçimden sonra yapılan anayasa değişikliğiyle, cumhurbaşkanının TBMM yerine, genel oyla seçimi kuralı getirildi.
2014’de ilk kez genel oyla seçilmiş cumhurbaşkanın yetkileri, 2017 anayasa değişikliklerinde iyice abartılarak kurum, cumhuriyetin ve demokrasinin temel tartışma konularından ve sorunlarından birincisi haline geldi.
Şimdi ülkenin, demokrasinin asgari kurallarıyla yeniden buluşabilmesi için bu sistemin değişmesi; yeni bir cumhurbaşkanlığı tanımının ve konumunun belirlenmesi gerekiyor. Seçimin yaklaşık bir yıl içinde beklenir olduğu şu günlerde, Türkiye’de cumhurbaşkanı seçimlerinin tarihçesini bilmenin geleceğe doğru adımlar atabilmek için yardımcı ve yararlı olabileceği düşüncesiyle, bu yazı bu konuda özet bilgi sunmayı amaçlamaktadır.
PARTİLİ CUMHURBAŞKANI DÖNEMİ: 1923 - 1961
1923’ten 1946’ya kadar Türkiye ‘Tek Parti’ rejimi ile yönetildi. Devlet başkanı, aynı zamanda tek partinin (CHP’nin) de genel başkanıydı. Ülkede başka parti olmadığı için, bu konum doğal karşılanıyor, tartışma konusu yapılmıyordu.
1946’da çok partili sisteme geçilince yeni kurulan partiler (Demokrat Parti- Millet Partisi vb) devlet başkanının, günlük siyasi tartışmaların dışında ve üstünde, tarafsız olmasını, o nedenle parti başkanı olmamasını savundular.
1946-50 arasında -çok partili sisteme geçiş kararı veren- 2. Cumhurbaşkanı Sayın İsmet İnönü, CHP Genel Başkanlığından ayrılmadı; ama yerine -parti işleriyle ilgilenecek- bir vekil atadı ve günlük siyasi tartışmaların dışında kalmaya çalıştı. Örneğin, bu dönemde DP’yi ihtilalci yöntemler kullanmakla suçlayan Başbakan Recep Peker’e, “kendisini, iktidar ve muhalefetteki bütün partilere eşit derecede vazifeli saydığını” söyleyerek karşı çıktı. Bunun üzerine, -demokrasi karşıtı fikirleriyle ünlü- Peker, başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı.
14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince, 3. Cumhurbaşkanı seçilen Sayın Celal Bayar, muhalefette ileri sürdükleri görüşlerin gereğini yapmakta tereddüt etmedi. Genel başkanlıktan ayrıldı; sadece parti üyesi olarak kaldı. Genel Başkanlığa sayın Adnan Menderes seçildi.[1]
TARAFSIZ CUMHURBAŞKANLIĞI DÖNEMİ: 1961 - 2014
Sayın Bayar’ın genel başkanlıktan ayrılmış olmasına karşın, yine de üyesi bulunduğu partiyi (DP’yi) kollayan tutumu, 1961 Anayasasında cumhurbaşkanının ‘tarafsız ve partisiz’ olmasını öngören yeni bir düzenleme yapılmasına yol açtı. Bu yeni düzenlemeye göre TBMM, kendi üyeleri içinden cumhurbaşkanı seçiyor, seçilenin -varsa- partililik bağı sona eriyordu.
Bu düzenleme parlamenter demokrasilerin geleneğine uygun olduğu gibi, Türkiye gibi otoriter-merkezi bir tarihten gelen ülkelerin ihtiyacı açısından da doğru bir tercihti. Çünkü bir kişiye büyük yetkiler veren Başkanlık-yarı başkanlık sistemleri, demokratik kurumları yeterince olgunlaşmamış ülkelerde zamanla otoriter rejimlere, diktatörlüklere dönüşüyor. Latin Amerika ve Asya’da bunun örnekleri çok.
O nedenle, devletin ana kuvvetleri olan yasama, yürütme ve yargının görev ve yetki sınırlarını iyice belirleyip dengeli biçimde ayırmak gerektiği gibi, yürütmeyi de cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar kurulu olarak kendi içinde dengeli ve denetlenebilir bir yapıya kavuşturmak doğruydu.
Türkiye - esas olarak- bu sistemle 50 yılı aşkın süre, 1961’den 2014’e kadar yönetildi.
Bu yarım yüzyıl içinde TBMM’nin iradesinin zorlandığı dönemler de oldu. Örneğin, 1961’den sonra Sayın Cemal Gürsel, cumhurbaşkanı adayı olacağı açıklanan değerli anayasa hukukçusu, Cumhuriyet Senatosu Üyesi, Ord. Prof. Dr. Sayın Ali Fuat Başgil’in kaba ve kabul edilmez yöntemlerle saf dışı bırakılması sonucunda seçildi.
1966’da Cemal Gürsel’in vefatı üzerine, yapay usullerle Senato Üyesi yapılan Genelkurmay Başkanı Sayın Cevdet Sunay cumhurbaşkanı oldu. Ancak, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra TBMM, -CHP Genel Başkanı Sayın Bülent Ecevit ve AP Genel Başkanı Sayın Süleyman Demirel’in kararlı tutumuyla- muhtıranın imzacılarından emekli orgeneral Faruk Gürler yerine, kendi içinden bir üyesini, Kontenjan Senatörü Sayın Fahri Korutürk’ü seçmeyi başardı.
1961 Anayasasında cumhurbaşkanı seçiminin uzamasını, hatta tıkanmasını öngöremeyen düzenlemenin eksikleri 1982 Anayasasında giderildi. Ancak, bu anayasanın halk oyuyla kabulü halinde, 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in cumhurbaşkanı ‘seçilmiş sayılacağı’ yazılıydı, öyle de oldu. Evren’in süresi dolunca 1990’da Sayın Turgut Özal, onun vefatı üzerine 1993’te Sayın Süleyman Demirel, 2000’de Sayın Ahmet N. Sezer TBMM tarafından sorunsuz seçildiler.
1982 Anayasası ile getirilen sistemde cumhurbaşkanına, 1961’e göre daha geniş yetkiler verilmişti. Parlamenter demokrasinin kurallarını zorlayan bu yetkiler, anayasa oylamasıyla cumhurbaşkanı olacağı düşünülen Evren’e göre düzenlenmişti. Ne yazık ki, aradan geçen onlarca yıl içinde bu yetkilerin yeniden düzenlenmesi sağlanamadı.
Bu 40 yılı aşkın dönem içinde sayın Özal ve sayın Demirel gibi siyasetten gelen cumhurbaşkanları partilerinden istifa etmiş, bağımsız konumdaydılar; yeterince tarafsız olup olmadıkları elbette tartışılabilir. Ancak hiçbiri, bir partiye karşı açıktan tutum almadığı gibi, bir partiyi kollayan ayrımcı bir davranış da sergilemediler. Makamın üstün konum ve değerinin farkında davrandılar. Buna karşılık, siyasetin dışından -Anayasa Mahkemesi Başkanlığından- cumhurbaşkanlığına gelen Sayın Sezer, seçimine katkı yapan siyasi çevrelerle de, sonra gelenlerle de olumlu bir diyalog geliştirmede başarılı olamadı.
367 ENGELLEMESİ VE 2007
2007’de Sayın Sezer’in süresi dolunca Meclis’teki tek muhalefet partisi olan CHP, önceki uygulamaları yok sayan bir engellemeyle cumhurbaşkanı seçimini tıkadı. Anayasaya göre ilk iki turda nitelikli çoğunlukla (367 oyla) cumhurbaşkanı seçilemezse, üçüncü turda salt çoğunluk (276 oy) alan aday seçilmiş oluyordu. Bazı hukukçular, oylamanın geçerli olması için de 367 üyenin katılması gerektiğini iddia ettiler.
Tam bu eşikte, -27 Nisan 2007’de- Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinde iktidara yönelik bir uyarı niteliği taşıyan bir metin yayınlandı. Bu ortamda, muhalefetin engelleyici tutumunu, iktidara önyargılı biçimde karşı olan hukuk makamları da destekleyince seçim yapılamadı, erken seçim kararı alındı.
Temmuz 2007’de iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi daha büyük çoğunlukla TBMM’ye geldi. Barajı geçerek yeniden Meclis’e giren MHP, kendi adayını göstererek oylamalara katılınca düğüm çözüldü; Sayın Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi. Anayasaya uygun olarak parti üyeliğinden istifa etti.
Ancak, TBMM’nin cumhurbaşkanı seçmesinin engellendiği bu dönemde bir başka tartışma gündeme geldi. Cumhurbaşkanının doğrudan genel oyla seçilmesi önerildi.Türkiye gibi yeterince türdeş olmayan bir toplumda, devletin başının genel oyla seçilmesinin yaratacağı kamplaşma ve gerginleşmenin sakıncaları gözetilmeden, popülist bir yaklaşımla bu öneri benimsendi; Ekim 2007’de halk oyu ile kabul edilen anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanının genel oyla, doğrudan seçimi kuralı getirildi.
Yeni düzenlemeye göre cumhurbaşkanı beş yıl için ve üst üste iki kez seçilebilecekti. Önceki sisteme göre cumhurbaşkanlığı süresi 7 yıldı ve üst üste seçilme imkanı yoktu.
Erdoğan 2014’de aday olduğunda oldukça yıpranmıştı. 2013 yazında yaşanan ‘Gezi Olayları’ otoriter yüzünü ortaya çıkardığı gibi, 2013 sonunda gündeme gelen yolsuzluk iddiaları da kişisel olarak sorgulanmasına yol açmıştı.
GENEL OYLA İLK SEÇİM: 2014
2014’de Sayın Recep Tayyip Erdoğan bu yeni sisteme göre, ilk kez doğrudan halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı oldu ve bu konumunu hükümet ve bütün siyaset üzerinde üstünlük gerekçesi olarak kullanmaya başladı.
Aslında Erdoğan 2014’de aday olduğunda oldukça yıpranmıştı. 2013 yazında yaşanan ‘Gezi Olayları’ otoriter yüzünü ortaya çıkardığı gibi, 2013 sonunda gündeme gelen yolsuzluk iddiaları da kişisel olarak sorgulanmasına yol açmıştı.
Tam bu kritik eşikte zamanın iki önemli muhalefet partisi (CHP ve MHP) aday tesbiti konusunda, ülkenin ve siyasetin gerçeklerini yeterince gözetmeden isim belirleme yoluna gittiler.
Muhalefetin adayı Prof. Dr. Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu, iyi eğitimli, kişisel olarak değerli bir bilim insanı ve diplomattı. Ancak yaşamının çoğu yurt dışında geçtiği için Türkiye’yi ve hele siyasetin sorunlarını ve toplumun beklentilerini yeterince bilmiyordu. Kampanya sürecinde kendisini aday gösteren partiler, hemen hiçbir ciddi lojistik ve düşünsel destek vermediler. Adayı kendi dünyalarına yakın görmeyen laik-modernist çevreler de, tatil yerlerinden ayrılma zahmetine katlanıp ağustos ayında yapılan seçime katılmadılar. Onlara göre Erdoğan seçilirse, günlük siyasetten uzaklaşacak, böylece kurtulmuş olacaklardı.
2014 Ağustos seçiminde katılım oranı % 74’de kaldı. Sayın İhsanoğlu’nun % 38, Sayın Demirtaş’ın % 9 oranında oy aldığı seçimde Sayın Erdoğan % 51.1 oyla seçilmiş oldu.
2017 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ VE SONRASI
Erdoğan, genel oyla seçilmiş olmasını sürekli olarak devletin ve siyasetin tüm kurumlarına müdahale etmek için gerekçe yaptı. Bu dönemde, anayasa gereğince sözde partisinden istifa etmiş olmasına rağmen, partili görünmenin ötesinde, partisinin iç işlerine müdahale etmekten hiç sakınmadı.
15 Temmuz 2016’daki karanlık darbe girişimini, yapacağı yeni düzenlemeler için fırsat saydı. OHAL ortamında MHP’nin yardımıyla yapılan Anayasa değişiklikleriyle cumhurbaşkanının partili olmasının yolu açıldı. Başbakanlık ve bakanlar kurulu kaldırıldı. Yürütme yetkisi tek başına cumhurbaşkanına verildi, (AY madde 104/1). Zaten, daha darbe girişimi önlenmeye çalışılırken, Erdoğan, bu girişimin kendileri için “Allah’ın bir lütfu,” olduğunu söyleyivermişti.
‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistem,’ adı verilen bu ‘Türk Tipi Başkanlık Sistemi’nin medeni dünyada örneği yok. Asya tipi, örneğin Türkmenistan gibi demokrasi sürecine henüz geçememiş yönetimlerle benzerlikler taşıyor.
2007 değişikliğiyle cumhurbaşkanının üst üste iki kez seçilebileceği kuralı görünüşte korunurken, eklenen bir fıkra ile 3. kez seçilmesinin yolu da açılmış oldu. Buna göre, cumhurbaşkanının ikinci döneminde TBMM, seçimlerin yenilenmesine karar verirse, bu durumda cumhurbaşkanı da yeniden aday olabilecek, (AY madde 116). Şimdi Erdoğan’ın yeniden adaylığı bu maddenin işletilmesine, yani TBMM’nin erken seçim kararı almasına bağlı.
Bu anayasa değişikliklerinin halk oyuna sunulduğu 16 Nisan 2017’de yapılan referandumda katılım % 85 oldu. Değişiklikler % 48.5 red oyuna karşılık % 51.5 oyla kabul edildi. Yüksek Seçim Kurulu, sandıklar açılıp oyların sayımı başladıktan sonra ‘mühürsüz oyu pusulalarının’ geçerli sayılacağına ilişkin -eski uygulamalarına ve hukuka aykırı- tartışmalı bir karar vermişti.
Erdoğan, anayasa değişikliklerinin kabulünden sonra hemen partisine üye olmakla kalmadı; toplanan olağanüstü genel kurulda yeniden genel başkan seçildi. Zaten 2015 seçimlerinden sonra başkanlık sistemine sıcak bakmadığı bilinen Sayın Ahmet Davutoğlu genel başkanlık ve başbakanlıktan düşürülmüş, yerine Erdoğan’ın mutemet kadrosundan ‘düşük profilli’ Binali Yıldırım getirilmişti. O nedenle süreç hızlı ve kolay işledi.
Anayasa değişikliklerinde -geçici 21. maddede- seçim tarihi Kasım 2019 olarak yazılmışken MHP’nin önerisiyle erken seçim kararı alındı. Haziran 2018’de milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimi yenilendi. Aday listelerinin son şeklini bizzat Erdoğan verdiği için, cumhurbaşkanı sıfatıyla ve ‘tek başına yürütme’ erkine sahipken, genel başkan sıfatıyla da yasama üzerinde belirleyici güç sahibi oldu.
2018 SEÇİMİ VE DURUM
Haziran 2018’de yapılan seçimde katılım % 86’ya yükseldi. Erdoğan % 52.5 oyla yeniden seçildi. Bu kez muhalefetin aday sayısı artmıştı. CHP’li Sayın Muharrem İnce % 30.5, İYİ Parti Genel Başkanı Sayın Meral Akşener % 7.5, Saadet Partisi Genel Başkanı Sayın Temel Karamollaoğlu % 1 ve tekrar aday olan HDP’li Sayın Selahattin Demirtaş % 8 oy aldılar.
Erdoğan’ın tutumu, 1961 anayasasında tanımlanan ‘partisiz ve tarafsız cumhurbaşkanı modeline uymuyor; 1982’den 2014’e gördüğümüz -siyasetten gelen- örneklere de benzemiyor. Hatta 1950’de cumhurbaşkanı seçilince parti başkanlığını bırakan merhum Bayar’ın tutumuna bile uymuyor.
2014’e göre Erdoğan, -bu kez MHP ve BBP’nin de desteğine rağmen- oylarını ancak % 1 oranında arttırabilmiş, buna karşılık muhalefetin toplam oyu gerilemişti. İnce, Akşener ve Karamollaoğlu’nun aldığı oy toplamı % 38’de -2014’de Ekmeleddin İhsanoğlu’nun oranında- kalmış, seçime tutukevinden katılan Demirtaş’ın oranı % 1 azalmıştı.
Bu kez muhalif kampanyanın sürükleyici aktörü konumunda olan M. İnce siyasetin içinden gelen ve hitabet yeteneği olan bir öğretmendi.. Heyecanla sürdürdüğü kampanyasının sonunda muhalefetin öteki kanatlarından sınırlı destek almayı başarmıştı, ancak iktidar kampından gelebilecek oyları olumlu etkilemeyi başaramadı.
Seçimden sonra Erdoğan, 2017 değişiklikleriyle anayasa hükmü haline gelen yetkilerini abartılı biçimde ve anayasa sınırlarını da zorlayarak kullanmaya başladı. Şimdi bir yandan militan bir partili olarak, her platformda partisinin sözcülüğünü ve savunmasını yapıyor; öte yandan cumhurbaşkanına verilen yetki ve görevleri tam anlamıyla taraflı bir tavırla kullanıyor.
Erdoğan’ın bu tutumu, 2017’de getirilen anayasa hükümlerine bile aykırı. Anayasa değişikliği, cumhurbaşkanının parti üyesi olmasına izin vermesine karşın, bütünüyle yorumlandığında ‘parti başkanı’ olmasına imkan vermiyor. Çünkü, cumhurbaşkanının yeminini ve görev ve yetkilerini tanımlayan 103. ve 104. maddelerde, ‘devletin ve milletin birliğini temsil eden ve görevini tarafsızlıkla yerine getireceğine namus ve şerefi üzerine and içen’ bir cumhurbaşkanından söz ediliyor.
Erdoğan’ın tutumu, 1961 anayasasında tanımlanan ‘partisiz ve tarafsız cumhurbaşkanı modeline uymuyor; 1982’den 2014’e gördüğümüz -siyasetten gelen- örneklere de benzemiyor. Hatta 1950’de cumhurbaşkanı seçilince parti başkanlığını bırakan merhum Bayar’ın tutumuna bile uymuyor.
Konum ve tutumu, belki 1946 öncesine, Tek Parti döneminin uygulamalarına benzetilebilir ki, bu benzerliğin sorgulanmasını, özellikle destekleyenlerinin izan ve vicdanına bırakıyorum.
---[1] Sayın İnönü ve Sayın Bayar’ın tutumları hakkında ayrıntılı bilgi için: Bir Hürriyet Hikayesi, İletişim Yayınları