Türkiye Neden Başaramıyor? (I)
KESİNTİLİ BAŞARI DALGALARI
Bu zaman diliminde Türkiye’nin neden başaramadığını satır başlarıyla sorguladığımızda, ilk dikkati çeken, 1946’da çok partili yaşama geçiş dönemin politik elitlerinin özverili tercihi ve uluslararası konjonktürün etkisiyle gerçekleşen bir kesintili bir başarı öyküsüydü. 14 Mayıs 1950’de DP’nin sandık zaferi, ardından geniş kitlelere politik katılım kanallarını açması ve iktisaden sağlanan konjonktürel başarıya rağmen, 1954 seçimlerinden itibaren DP’nin otoriterleşmesi, ardından gelen 27 Mayıs darbesi sürdürülebilir bir başarının yaşanamadığını göstermesi anlamında dikkate değerdir.
1961 seçimleriyle demokratik sürecin yeniden işlemeye başlaması, sonrasında 1965 seçimleriyle Adalet Partisi’nin tek parti iktidarı, bu dönemde tarımsal gelişme ve sanayileşme alanında yakalanan ivme çok partili dönemde kesintili başarının 2.dalgası olarak okunabilir. Sosyo-ekonomik yapıdaki değişimin siyasete yansıması, siyasal kültürümüzde demokrasiyi pekiştiren değerlerin zayıflığına bağlı kutuplaşma ve siyasal terör eylemleri 12 Mart muhtırasıyla 2. dalga başarının sonunu getirmiştir.
1971-73 arasında silahlı kuvvetler kontrolündeki askeri rejim Türkiye’nin başaramadığına ilişkin yeni bir örnektir. 1973 seçimleriyle demokratikleşme süreci yeniden işlemeye başladı. Bu dönemde ülkenin 4 yıl sürecek 3.dalga kesintili başarı hikayesine tanık olunduktan sonra, 1973 seçimleri ve ardından sosyo-kültürel, sınıfsal bölünmelerin tetiklediği kutuplaşmaya dayalı ekonomik ve politik istikrarsızlık 12 Eylül darbesiyle devam eden yeni bir başarısızlık hikayesi olarak deneyimlendi. Kesintili 4.dalga kısmi başarı 1983 seçimlerinden itibaren işbaşına gelen iktidarlar aracılığıyla yaşansa da, 1995-2002 dönemi bu dalgada keskin kırılmalara denk düşmektedir.
Refah-Yol koalisyonu, ardından 28 Şubat süreci, 1999 seçimleri sonrası yaşanan ekonomik kriz neredeyse Türkiye’de sürdürülebilir bir başarı tesis etmenin imkansızlığını teyid etmesi anlamında dikkate değerdir. 2002 seçimleriyle AKP’nin tek başına iktidara gelişi, adalet, kalkınma referanslı söylem ve vaatleri, AB üyeliği için atılan adımlar, ekonomide uluslararası piyasalarda yaşanan iyileşmeye bağlı olarak içeride gerçekleşen göreli iktisadi rahatlama 2002 sonrası 5.dalga kısmi başarı hikayesinin sürdürülebilir olacağına ilişkin bir algı yaratmışsa da, bunun da kesintili olacağı 2010 sonrası rejimin adım adım otoriterleşmeye doğru savrulmaya başlamasıyla görüldü.
Toplumsal kesimler arasında artan eşitsizlik , refah kaybı, son yıllarda ise bunlara yoksullaşma, bürokratik partizanlaşma, sistemin tüm kurumlarındaki liyakatsızlaşma eklendiğinde, AKP döneminde de sürdürülebilir bir başarı hikayesi yazılamadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, kesintili, kısmi başarı dalgalarının sürdürülebilir, kurumsallaşmış bir başarıya dönüşememesi, Türkiye’nin çok partili siyasal yaşamında sorunsuz, ülkeyi ve insanlarını yormayan bir zaman dilimine tanıklık edilemediğinin kanıtları olarak düşünülebilir.
TÜRKİYE NEDEN BAŞARAMIYOR?
Bu noktada yanıtlanması gereken temel soru; kesintili başarı dalgalarının neden sürdürülebilir olmadığı ya da Türkiye’nin neden başaramadığıdır. Türkiye’nin başaramamasının nedenlerine ilşkin analizlerde özellikle son yıllarda hükümet sistemi veri alınarak değerlendirme yapılmakta. Sistem değişikliği son 4 yılın gelişmesi. Oysa ki Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi öncesinde 150 yıla uzanan bir parlamenter sistem deneyiminde de ne Osmanlı’nın ne de 1950 sonrası Türkiye Cumhuriyetinin başardığını, başarıların kesintili ve dalgalı olduğunu görüyoruz.
Burada bir parantez açarak, 1923-50 döneminde genç Cumhuriyetin kurucu aktörlerinin ulusal kurtuluş hareketi, siyasal ve kültürel modernleşme çabalarında sürdürülebilir bir başarı adına adım attığını, yoktan bir ülke ve ulus inşa edildiğini belirtmek gerekir. Bu anlamda sürdürülebilir başaramama hikayesi özellikle çok partili demokrasimizin zaman dilimlerinde gözlenmektedir ve sorumluları sistemden ziyade sistemin kimi kurumlarıyla, yöneten aktörler ve yönetilenlerdir. Bir başka ifadeyle başaramamanın sorumluluğu aslında hepimizde.
Tarihsel olarak Osmanlı’nın kapitalistleşme deneyimi yaşamamasına bağlı olarak, Cumhuriyet Türkiye’sinin devraldığı sınıfsız toplum yapısı ve bunun Cumhuriyet elitleri tarafından da veri kabul edilmesiyle devletin iktisadi ve politik alanın yegane belirleyicisi olması devleti toplum karşısında her alanda yegane belirleyici güce dönüşmüştür. Bunun sonucunda iktidarı ele geçirenler toplumu diledikleri gibi tasarlama gücüne kavuşarak, zihinlerindeki ideal toplumu inşa etmeyi siyasal projelerinin merkezine yerleştirmişlerdir.
Osmanlı’dan genç Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş süreci ve tek partili yıllardaki sermaye birikimi yokluğu ile yurttaş inşası zorunluluğu devlet iktidarına sahip elitlerin eylemlerine meşruluk katsa da, çok partili hayata geçişle birlikte bu toplumsal mühendislik projelerinin sürmesi devlet iktidarını elinde tutan ve destekleyenlerle muhalif olanlar arasında sürekli bir gerilim ve kutuplaşmaya yol açmıştır. DP dönemi iktidar muhalefet ilişkilerinin 1954 seçimleri sonrası gerginleşmesini, kutuplaşma ve istikrarsızlığı bu bağlamda düşünmek gerekir. DP’nin toplumsal desteği kaybetmeme adına inançtan ekonomiye her alanda öykündüğü popülist politikalar, muhalefetin buna gösterdiği tepki sonuçta 14 Mayıs’la başlayan başarı dalgasının sürdürülemesine, 27 Mayıs darbesiyle dalganın kırılmasına neden oldu. Türk siyasal yaşamında DP’li sağ gelenek devlet iktidarını demokratik yollarla elde etmenin toplumun yegane temsilcisi olarak mutlak hükmetme hakkını, iktidarı sınırsız kullanma meşruluğunu elde etme gibi bir yanılsamaya, sivil, siyasal, toplumsal denetime kapalı olma gibi yanlış bir bilince kapılmıştır. DP döneminde olduğu gibi, Adalet Partisi’nin 60’ların ve 70’lerin ikinci yarısındaki iktidar uygulamalarında da bu yanılgı gözlenir.
Popülizmin parti destekçilerini iktisaden destekleme, besleme, kayırma temelli siyasal patronajla harmanlanması, rakiplerin muhalefetini rejim düşmanlığı olarak görmesi 1965 sonrası AP iktidarının ekonomi politikalarındaki göreli başarıya rağmen 1971’de başarı dalgasının kesintili kalmasının başlıca nedenlerindendir. Önce DP, ardından AP, CHP ve muhafazakar MSP milliyetçi MHP’nin iktidar ya da iktidar ortaklığı döneminde devlet iktidarını elinde tutanlar, özellikle sağ partiler devlet iktidarının partililere sağladığı iktisadi imkanlar karşılığında toplumdan tek istedikleri iktidara rıza gösterme, hatta biattı.
1970’lerin ikinci yarısında güçlenen sivil toplum bile son tahlilde sınıfsal temelli olanlar hariç devletten özerkleşememiştir. Aynı dönemde bu koruma-kollanma ve destekleme ilişkisi sürse de, sanayileşme, kapitalistleşme adımları sonucunda oluşmaya başlayan sınıflı toplum yapısı ve sosyo-kültürel bölünmelerin siyasette temsili siyasi taraflar arasında uzlaşmayla sonuçlanmamış, 1980’e doğru siyasi kutuplaşma ve çatışma batı tipi sınıflı bir toplum yapısının, buna uygun örgütlenme, çoğulculaşmanın oluşamaması, sonuçta devlet alanının sınırlandırılamamasıyla sonuçlanırken, 12 Eylül darbesiyle yeni bir başaramama örneği yaşanmıştır.
Çok partili siyasal hayatın başlangıcından 1980’e Türkiye’nin başaramama hikayesi, tarihsel birikim, sosyo-ekonomik yapıdaki değişim, politik elitlerin siyaset tarzı, toplumun politik, kültürel değerleri ve kurumların yapısal sorunlarından bağımsız düşünülemez. Bu sorunlar kaçınılmaz olarak tıpkı 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, 1980’den günümüze de neden başaramadığımızın nedenlerini açıklayıcıdır. Yakın dönemde Türkiye’nin neden başaramadığını, ardında yatan dinamikleri bir sonraki yazıda ele alacağız.