Geçmişteki Türkiye de birçok demokratik zaafa sahipti. Asıl imtihanımız bir “yeniden” inşa değil, daha önce hiç var olmamış bir demokratik Türkiye’yi inşa edebilmek olmak zorunda. Evet iktidar değişince birçok konuda değişim ve rahatlama yaşamamız olası. Ancak şimdi öyle bir çukurdayız ki, kısmi bir düzelme bile insanları rahatlatıp atalete sürükleyebilir. Ve evet, bundan daha iyisini istiyoruz, ama sadece bundan “daha iyisi” demokrasi için yeterli mi? “Sadece bugünün “daha iyi”sini istemekle yetinemeyiz. Daha çok demokrasiyi değil, “tam demokrasi”yi hedeflememiz gerekiyor. İktidarın değişmesi bir son değil, yeni bir mücadele sürecinin başlangıcı olacak. Daha önce hiç inşa edilememiş olan bir Türkiye’yi oluşturmanın başlangıcı. Türkiye’de büyük siyasal dönüşümlerin eşiğinde olduğumuzun işaretlerinin gittikçe arttığı bu dönemde artık bir sonraki devrin nasıl şekilleneceği hakkında konuşmalar da artmaya başladı. Güçlendirilmiş parlamenter sistem çalışmaları hız kazanıyor. Kurumların işlevini yeniden kazanacağı demokratik bir sistemin inşasının nasıl gerçekleşeceği hakkında tartışmalar devam ediyor. Tartışmalar halen gelecek dönemin nasıl kurgulanacağını netleştirmiş değil. Ancak toplumun ve muhalefetin değişik aktörlerinin belli meselelerdeki ortak vurguları gayet görünür. 20 yıllık AKP iktidarının ardından ülkedeki demokratik standartlar oldukça geriledi, kurumlar zayıfladı, yolsuzluk ve nepotizmin seviyesi muazzam boyutlara vardı, vatandaşların anayasal haklarını kullanmakta ciddi derecede zorlandığı bir baskı ortamı oluştu, ekonomi çöktü, yoksulluk ve eşitsizlikler arttı. Tüm bunlar ve daha birçok mesele konusunda muhalefetin ve toplumun geniş kesimleri rahatsızlıklarını belirtiyor. Bu da zaten düzeltilmesi gereken meselelerin neler olduğunu gözler önüne seriyor. Neyin istenmediğini belirlemek isteneni tasarlamaktan daha kolay. Evet, iktidar değişmenin eşiğinde olabilir. Peki iktidarın değişmesi neden arzulanıyor? Daha farklı bir düzen kurgulayabilmek için. Evet, iktidar değişince birçok konuda değişim, iyileşme ve rahatlama yaşamamız da oldukça olası. Ancak şu anda öyle bir çukurdayız ki, kısmi bir düzelme bile şu ana göre insanları rahatlatıp bir atalete sürükleme riskine de sahip. Ve evet, bundan daha iyisini istiyoruz, ama sadece bundan “daha iyisi” demokrasi için yeterli mi? Bundan daha iyisi gelince demokrasi otomatik olarak gelmiş olmuyor. Demokrasi çok büyük sorumluluklar getiren bir sistem. Demokratikleşme ise çok zahmetli bir yol. Bu yazı da bu endişeyi dile getirmek istiyor. Biz gerçekten tam bir demokrasiye hazır mıyız? Bu soruyu cevaplamak için demokrasinin ne olduğunu da tartışmak gerekiyor. Ve belki de ne olmadığını da… Schmitter ve Karl (1991), Dahl’ın “Poliarşi” kavramına da eklemeler yaparak demokrasi literatüründe çok yaygın biçimde kullanılan bir demokrasi tanımını ortaya koyuyor. Bu genişletilmiş demokrasi tanımına göre demokrasinin 9 tane temel gerekli kritere sahip olması gerekiyor:
  1. Politikaları uygulamaya koyan hükümet kararları anayasal olarak seçilmiş temsilciler tarafından alınır.
  2. Temsilciler baskının olmadığı adil ve devamlı seçimlerle belirlenir.
  3. Tüm yetişkinler oy kullanma hakkına sahiptir.
  4. Tüm yetişkinler seçimlere katılma hakkına sahiptir.
  5. Vatandaşlar siyasi meselelerde baskı veya cezalandırılma tehdidi altında kalmadan fikirlerini özgürce ifade edebilmelidirler.
  6. Vatandaşların alternatif bilgi kaynaklarına ulaşımı engellenemez. Alternatif bilgi kaynakları var olmalıdır ve anayasal olarak varlıkları korunmalıdır.
  7. Vatandaşların siyasi partiler ve çıkar grupları dahil bağımsız organizasyon kurma hakları vardır.
  8. Seçilmiş yetkililer anayasal yetkilerini seçilmemişlerin kanun dışı baskılarına maruz kalmadan kullanabilmelidir.
  9. Siyasi sistem başka bir dış siyasi sistem tarafından baskı altında kalmadan kendi kendini demokratik biçimde yönetebilmelidir.
Bu kriterler eksik olabilir, geliştirilebilir. Üstüne eklenebilecek birçok madde olabilir. Ne olursa olsun, 9 maddelik bir demokrasi tanımı bile gayet minimaldir. Ancak bu tanıma uyan bir rejimin ayakta kalabilmesi bile hiç de göründüğü kadar kolay değil. Sadece bu kriterleri göz önünde bulundurduğumuzda bile demokratik bir sistemden bugün Türkiye olarak ne kadar uzakta olduğumuzu gözlemlemek gayet mümkün. Seçimlerin ne kadar adil olduğunun gayet şüpheli olduğu, parti kapatma tartışmalarının yeniden yapıldığı, ifade özgürlüğünün hiçbir garantisinin olmadığı, medyadaki tekelleşme ve sansür ile alternatif bilgi kaynaklarına ulaşımın çok zorlaştığı, sivil toplumun ağır bir baskı altında olduğu ve örgütlenme hakkının çiğnendiği, seçilmemişlerin siyasete etkilerinin devam ettiği (ordu değilse de bu sefer başka çıkar grupları, yakın zamana kadar Fethullahçılar ve şimdi de başka cemaat ve tarikatlar) bir ortamdayız. Uzun süredir kurumların gittikçe zedelendiği ve zaten pek de mükemmel olmayan demokratik pratiklerin iyice aşındığı bir Türkiye’de yaşıyoruz. Son 4 yıldır uygulamaya koyulan Başkanlık Sistemi ise pastanın üstündeki krema oldu. Ancak sadece bugünün Türkiye’sinde değil geçmişin Türkiye’sinde de birçok eksik hep vardı. MGK’nın yapısı, ordunun siyaset üzerindeki etkisi, ifade özgürlüğünün sınırları, başörtüsü yasakları, parti kapatmaları, sivil topluma olan baskılar, Kürt sorunu ve daha birçok mesele bu maddelerin çiğnenmesine örnek olarak gösterilebilir. VESAYETÇİ DEMOKRASİDEN OTORİTER REJİME… Eskiden “vesayetçi demokrasi” kavramıyla tanımlanan ve pek de demokratik standartları karşılayamayan bir rejime sahip olan ülkemiz, bugün ise sivil bir otoriter rejime dönüşmüş halde. İdealden uzak olan bir ülke, daha da uzak bir hale geldi. Şimdi ise bu yıkımı tersine döndürme umudu taşıyan muhalefetin güçlenmesiyle ve iktidara olan desteğin gittikçe zayıflamasıyla yeni bir döneme doğru yavaş yavaş yaklaşılıyor gibi gözüküyor. Bu dönemin sıkıntılarını giderecek, daha iyi bir Türkiye inşa etme vaadinde bulunan siyasi partiler bir araya geliyor. Daha demokratik, istikrarlı ve huzurlu bir ülke arzulayan kitlelerin de umudu gittikçe artıyor. Peki yeni bir Türkiye inşa ederken bizim referans noktamız neresi olacak? Geçmişimiz mi yoksa daha önce hiç erişemediğimiz ideal demokratik standartlar mı? Bugün zedelenmiş birçok kurumu “yeniden” inşa ederken bu “yeniden” tabirinin neye tekabül ettiğine dikkat etmek zorundayız. Tabii ki birçok hayati ve temel devlet kurumunun onarılması gerekiyor. Ama mesele sadece bir “onarım”dan ibaret olamaz. Geçmişteki Türkiye de birçok demokratik zaafa sahipti. Asıl imtihanımız bir “yeniden” inşa değil, daha önce hiç var olmamış bir demokratik Türkiye’yi inşa edebilmek olmak zorunda. Geçmişin onarmamız gerektiği kurumları var. Ancak geçmişte yetersiz kalan ve aslında hiçbir zaman da düzgün biçimde sahip olmadığımız demokratik pratikler var. Bu pratikleri uygulamaya koyamadığımız sürece sadece kısmi bir iyileşme sonrası tıkanma riskine sahibiz. Demokratik standartlar o kadar düştü ki, bir nebze iyileşme bile bugüne kadar çok büyük rahatlama sağlayacaktır. Ama “daha iyi” bir sistem demek tam demokratik bir sisteme tekabül etmek zorunda değil. Bugünün demokratik standartları ile tam demokratik bir rejim arasında kat edilmesi gereken büyük bir mesafe var. O zaman birkaç soru soralım. Bu soruların ekseninde çok basit bir temel soru olacak: Türkiye daha demokratik olacak, ancak ne kadar daha demokratik olacak? Mesela tüm siyasal partiler herhangi bir baskı altında kalmadan mecliste ve meclis dışında siyaset yürütebilecekler mi? Tüm kayda değer siyasal partiler medyada seslerini duyurabilecekler mi? Yoksa bu partilerin “dikkatli” olması gerektiği konular koşulunda mı onlara “kapılar” açılacak? Seçimlerin şeffaflığının sağlanabileceğini umuyorum. Ancak seçimlerin gerçekten adil olması demek, seçime giden süreçte de tüm siyasi partilerin baskı altında kalmadan propaganda yapabilmesini gerektirir. Siyasal partiler “seçici geçirgen” bir biçimde bu haktan mahrum kaldığı durumlarla karşılaşacak mı? Peki tüm vatandaşlar kimlikleri fark etmeksizin tüm kurumlarda yer bulma hakkına sahip olacak mı? Sadece kâğıtta demiyorum, aynı anda da gayrı resmi şekilde gerçekleşebilecek ayrımcılığın önlenmesi için ciddi denetimler olacak mı? Başörtüsü sorununun toplumun gözünde çözüldüğünü düşünüyorum. Ve gelecekte de bu konuda gerçekleşebilecek ayrımcılıklara karşı kurumlar ve toplum denetleyici unsurlar olarak kalacaktır. Ancak mesele bununla kısıtlı değil. Birçok mezhepten ve etnik kimlikten vatandaşlar sadece son 20 yılda değil, ondan önceki zamanlarda da dışlayıcı pratiklere maruz kalabiliyorlardı. Mesela Aleviler. Açık biçimde kimliklerini yaşayacaklar mı? İbadethanelerine yasal statü tanınacak mı? Kurumlarda yer bulmakta güçlük çekecekler mi? Kendi kimliklerini ve kültürlerini açıkça her yerde ifade edebilecek güce ve hakka sahip olabilecekler mi? Ana akım medyada kendini Alevi olarak tanımlayan biri açıkça kültürel pratiklerinden ve değerlerinden bahsedebilecek mi? Aynısı Kürtler için de sorulabilir. Kendilerini tanımladıkları gibi yaşama güçleri ve hakları olacak mı? Muhalefet partilerinin de gerçekliğini kabul ederek meclisi adres gösterdiği Kürt sorununu ne kadar tartışabileceğiz? Kürtlerin kendilerini istedikleri şekilde ifade edebilme kapasiteleri ne kadar sınırlı olacak? Devletin kurumlarında ya da diğer işe alım süreçlerinde ayrımcılığa uğrayacaklar mı yine? Sadece bir şive, işe alım süreçlerini baltalayacak mı? Ya da işyerinde laf arasında telefonda ya da yan masadaki biriyle Kürtçe konuşunca kaşlar kalkacak mı? Yoksa gayet normal mi karşılanacak? Aynısı birçok azınlık grubu için sorulabilir. Mesele sadece etnisite ya da mezhep ile sınırlı değil. Mesela kadınlar hangi toplumsal baskılar altında kalmaya devam edecekler? İstedikleri hayatı yaşama, kendi kaderini tayin edebilme gücüne sahip olabilecekler mi? Yoksa farklı toplumsal grupların baskıları altında hayatlarını sürdürmek zorunda mı kalacaklar? Mesela kritik bir soru. Etrafından gelen baskıdan dolayı bir kadın başörtüsünü çıkarmaktan ya da başörtüsü takmaktan çekineceği bir atmosferde mi yaşayacak? Yoksa bu baskı iklimini zayıflatmayı başarabilecek miyiz? Biraz önce bahsedilen ayrımcılık soruları burada da sorulabilir. Kâğıtta eşitlik kolaydır. Gayrı resmi olarak kurumlarda yapılabilecek ayrımcılıklara ne kadar maruz kalacak kadınlar? Burada bahsettiğim kotalar bile değil. O başka bir tartışma. Ama bir kadın sadece kadın olduğu için kurumlardan dışlandığı pratiklerle karşılaşacak mı? Peki LGBT+’lar? Bir demokrasinin gerçek imtihanı geleneksel olarak en dışlanmış kimlikleri ne kadar içerebildiğiyle alakalıdır. LGBT+’lar kamuda veya diğer kurumlarda her vatandaş kadar yer bulabilecek mi? Resmi ya da gayrı resmi bir ayrımcılığa uğrayacaklar mı? Siyasette temsil edilebilecekler mi? Medyada seslerini duyurabilecekler mi? Cinsel yönelim veya kimliklerini özgürce yaşayabilecekler mi? Kısacası, kamusal alanda kendileri olabilecekler mi? Bu soruların özünde herhangi bir kimliğe ayrıcalık tanımak değil, herkesin ama herkesin kendini tanımladığı şekilde yaşayabileceği ve ifade edebileceği bir ortamı ne kadar sağlayabileceğimizin merakı yatıyor. Tüm bu merakın altında da eşit bir yurttaşlık kavramının sağlanıp sağlanamayacağı sorusu yatıyor. Nitekim, sağlam bir demokrasi demek eşit yurttaşlığın sağlanabilmesi demektir. Bu koşulların sağlanabilmesi kesinlikle doğru kurumsal yapının oluşturulmasıyla alakalı. Ama bir o kadar da toplumun normlarıyla alakalı. Yasal anlamda sağlam bir altyapı birçok hakkın garantörü olabilir. Ancak bu hakların pratiğe nasıl döküleceği toplumun ve bireylerin tavırlarıyla yakından ilişkili. Her yurttaşın eşit koşullar altında kendisi olabilmesine bir toplum olarak hazır mıyız? Bu soru da önemli. Her şey resmî kurumlardan ibaret değil. Peki ifade özgürlüğü? Teknik olarak güçlü bir anayasa ve kurumsal yapı ile garanti edilen bir hak olabilir. Bunun için yasal anlamda dönüşümler de şart. Mesela “toplumu kin ve düşmanlığa sevk etmek” kavramı geçmişte de bugün de o kadar sınırları geniş ve keyfi bir biçimde kullanılabiliyor ki basit bir toplumsal eleştiri bile suç teşkil edebilme riskine sahip. Bu madde gelecekte nasıl yorumlanacak? Sınırları ne kadar geniş olacak? Ya da bu madde değiştirilecek mi? Burada savunulan şey tabii ki de herkesin birbirini sürekli tahrik ettiği bir toplumsal yapı kurgulamak değil. Ancak toplumun “değerleri” dediğimiz şey gerçek bir kaygan zemin. Hele Türkiye gibi birçok “kutsal”a sahip ülkelerde. Herkesin farklı farklı fazlaca “kutsal”ları olduğu bir ülkede demokratik kültür ne kadar derinleşir? Herkesin kendi kutsalı için dokunulmazlık talep ettiği yerde özgür ve demokratik tartışma sağlanabilir mi? Türkiye’nin demokratik geleceği için en belirleyici meselelerden biri bu. Herkesin zımni bir anlaşmayla birbirini rahatsız edecek şeylere değinmediği bir “saygı” ortamı demokrasi değildir. “Aman tadımız kaçmasın” duygusuyla demokratik bir toplum inşa edilemez. Bu, iletişimde saygılı olamayacağımız anlamına gelmez. Bu değerlidir. Ama belirleyici değil. Anlayış, empati, saygı. Hepsi değerli kavramlar. Ama tabulaştırıldığında demokrasiyi engelleme riskine sahip. Herkes her "kutsal" gördüğü konuda "saygı" adına suskunluk isterse bu bir noktadan sonra tahakküme gider. Duygular üstünden suskunluk dayatılır. Buradan demokrasi çıkmaz. Geleceğin Türkiye’si herkesin birçok konuda zımni anlaşmalarla suskunluk talep edecekleri bir ülke mi olacak? Yoksa insanların yasal yaptırım riski altında kalmadan özgürce fikirlerini dile getirebileceği bir ülke mi olacak? Yasal yaptırım riski bir kenara, daha önce de belirttiğim gibi, toplum insanların kendilerini özgürce ifade etmelerine engel olacak mı? Toplumsal baskı suskunluğu doğuracak mı? Konuşmak isteyeni koruyan bir devlet mi olacak? Yoksa birey farklı toplumsal grupların potansiyel baskılarını karşı yalnız mı bırakılacak? Belli toplumsal grupların “değerler”inin toplum üzerinde tahakküm oluşturması engellenecek mi yoksa sessiz bir onay mı görecek? Tekil bir kimliğin baskısıyla diğer toplumsal grupların görünürlüğü ve yaşam pratikleri baskılanacak mı? Her yurttaş bir diğerini kendisi kadar bu ülkenin sahibi olarak görebilecek mi? Yoksa bazı gruplar kendilerini ülkenin “asıl sahipleri” olarak mı tanımlamaya devam edecek? Toplum içerisinde de demokratik bir kültür yeşermediği sürece kurumlar sadece bir yere kadar demokrasinin pratiğe dökülmesi için sağlam bir altyapı oluşturabilir. Günün sonunda bu altyapı ile ne yapacağımız bize kalmış. Bu demokratik hakları pratiğe dökmek de bu pratiği kabul edebilecek bir siyasal kültürün toplumda kabul görebilmesiyle mümkün. Yoksa yasal yaptırım riski olmasa bile birçok insan toplum baskısı yüzünden konuşmaktan çekinmeye devam eder. Ancak özgürce konuşamayan bir toplum dinamizmini yitirecektir. Demokrasilerin çürümemesi için bu siyasal dinamizmin canlı kalması gerekir. Bir diğer önemli madde ise medyanın ve haber alma hakkının sağlanıp sağlanamayacağı. Evet, bugün ciddi bir sansür altında olan tekelleşmiş bir medya sektörü var Türkiye’de. Geleceğin Türkiye’sinde siyaset ile medya arasındaki ilişki nasıl şekillenecek? Geçtiğimiz 20 yılda medya iyice yozlaştı. Ancak ondan önceki devirde de sıkıntısız olduğunu söylemek garip olur. Medya ve siyaset hep muazzam derecede iç içeydi Türkiye’de. Evet, birçok ülkede medya ve siyaset arasındaki sıkı bağlar var. Ancak bunun gelecekte Türkiye’deki derecesi ne olacak? Bağımsız medyanın sınırları ne olacak? Olanakları ne olacak? Gazeteciler yolsuzlukların üstüne gidebilecekler mi? Bu biraz da sermaye ilişkilerinin sorgulanması gereken bir alan. Medyanın sahipleri kimler olacak? Ve bu sahipler ne gibi çıkarlara göre medya kuruluşlarını şekillendirecek? Ana akım medyada editoryal bağımsızlık mümkün olabilecek mi? Ana akım medyada konuşulan meselelerin sınırları ne kadar geniş olacak? Yine sorulması gereken bir diğer soru da halkın böyle bir kurumsal yapıyı ne kadar talep ettiği. Halkın kendisinin devletin “aleyhinde” olabilecek haberlerin (ki bu kavram çok ciddi derecede genişletilip sömürülebilir, “milli mesele” gibi söylemler üzerinden meşrulaştırılan sansürü düşünün) yayınlamamasını tasvip edebildiği bir ortamda medyanın da özgürlük sınırlarını çok geniş tutmamakla bir derdi olmayabilir. Tabii bu da başka bir soruyu beraberinde getiriyor: Neyin devletin lehinde veya aleyhinde olduğuna kim karar verebilir ki kolay kolay? Bir konuya “milli mesele” diyerek alternatif yorumların gündeme taşınması engellenecek mi? “Milli mesele”lerde neyin Türkiye’nin çıkarına olduğu hakkında farklı yorumların olmasına izin verilmeyecek mi yine? Hiç tartışma yapılmadan kim bu kadar emin olabilir ki neyin çıkarımıza olabileceği hakkında? Bunlar bir taraftan da ifade özgürlüğüyle yakından alakalı konular. Örgütlenme ve protesto hakkına gelelim. Geleceğin Türkiye’sinde geçmişte hiç tamamen sağlanamamış, bugün ise fiili olarak tamamen yok olan örgütlenme ve protesto hakkı garanti altına alınabilecek mi? Burada örgütlenme deyince belki birçok insanın aklına sivil toplum örgütleri gelecektir. Doğru. Şu anda sivil toplum örgütleri büyük bir baskı altında. Gelecekte de bu baskıların ortadan kalkması gerekiyor. İnsanların her türlü meseleyle alakalı örgütlenebilerek hakkını savunabileceği bir yapı kurgulamamız şart. Ancak örgütlenme hakkı sadece “sivil toplum örgütü” kavramıyla sınırla kalabilecek bir şey değil. Tabii eğer sendikacılık bir sivil toplum faaliyeti olarak sayılmıyorsa. İşte asıl can alıcı meselelerden biri de burada. Geleceğin Türkiye’sinde çalışanlar herhangi bir yasal baskı veya sermaye baskısı altında kalmadan örgütlenebilip haklarını savunabilecekler mi? Bu en kritik örgütlenme modeli yasalarla garanti altına alınabilecek mi? Örgütlenmek kavramı genellikle işçiler örgütlenene kadar sermaye için çok güzel bir sivil toplum faaliyeti gibi gözükür. Ancak sermayenin karşısında haklarını savunabilmek ve kazanımlar sağlayabilmek amacıyla gerçekleşecek sendikal faaliyetlerin ve hak mücadelelerinin önünü zor yoluyla kesmeye çalışabileceklere, çalışanları işleriyle tehdit edebileceklere karşı devlet yasal bir güvence sağlayabilecek mi? Çalışanların haklarını sermaye lehine kırpmaya gönüllü bir devlet zaten demokrasiyi zedeleme yoluna girmiş demektir. Peki protestolar? Son yıllarda artık iyice uzaklaştık bu kavramdan. İçinde yaşadığımız baskı rejimi aslında en temel demokratik haklardan biri olan protesto hakkını elimizden almış halde. İktidarın değişmesiyle inşa edilecek bir demokratik rejim her toplumsal kesimin veya grubun anayasada garanti edildiği biçimde protesto ve gösteri hakkını pratik edebilmesini sağlamak zorunda. Bu, kâğıtta çok basit sağlanabilecek bir kavram gibi duruyor. Ancak halkın sokakta barışçıl şekilde protesto hakkını kullandığı bir senaryoda güvenlik güçlerinin nasıl bir tavır alacağı o an gerçekten gelene kadar da kolay kolay belli olmuyor. Polisimiz, eylemlerde halkın güvenliğini sağlama prensibini öncelik edinebilecek bir demokratik kültürü içselleştirebilecek mi? Peki yöneticilerimiz? Evet, bugünkü iktidar bu hakkı tolere edemiyor. Ancak protestoları tolere etmek çok da kolay değildir. Özellikle iktidardaysanız. Siyasal bir olgunluk gerektirir. Bugünkü iktidar bu olgunluğa sahip olmayabilir, ancak geleceğin iktidarlarının bu olgunluğa sahip olup olmayacağı da şu anda belirsiz bir halde. Gün geldiğinde, o kritik anla karşılaştıklarında, geleceğin yöneticileri nasıl bir tavır takınacaklar? Bir sonraki inşa edilecek rejimin kimliğini belirleyecek kritik bir soru da bu. Bu soru sadece yöneticilerle ya da polisle sınırlı da değil. Halk, bir topluluğun protesto veya gösteri düzenlemesine karşı olgun yaklaşabilecek mi? Yoksa toplumsal baskı iklimi protestolarda da yine hâkim olmaya devam edecek ve belli toplumsal gruplar bu hakkın pratiğe dökülmesine karşı farklı gruplara üstü açık veya kapalı biçimde şantaj yapacaklar mı? Mesela çok basit bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Yürüyüşü polis için ya da toplumun belli kesimleri için rahatsız edici ve “müdahale edilmesi gereken” bir durum mu olacak? Ya da daha da kritik bir örnek: Her Haziran gerçekleşen LGBT+ Pride (Onur) yürüyüşleri sulh içinde ve özgürce düzenlenebilecek mi? Tam da böyle anlarda bir demokratik rejimin imtihanını başarılı biçimde geçip geçmediği belli olacaktır. Yoksa güvenli alanlarda kalarak “demokrasi” oyunu oynamak gayet kolay. Geçmişte Türkiye askerin siyasete müdahalelerde bulunduğu bir ülkeydi. Bu çok net biçimde, “Seçilmiş yetkililer anayasal yetkilerini seçilmemişlerin kanun dışı baskılarına maruz kalmadan kullanabilmelidir” maddesinin bir ihlaliydi. Askerin müdahalesi yıllar içinde azaldı, askeri vesayet zayıflatıldı belki. Ancak seçilmemişlerin baskısı hiçbir zaman pek de yok olmadı bu ülkede. Devlet kademelerinde derin kadrolaşmalar ile Fethullahçılar yıllarca siyasete yön verdi. Hatta eninde sonunda bir askeri darbe girişimine bile sebebiyet verdiler. Yani seçilmemişlerin siyaseti yönlendirmesi sadece askerin baskısıyla olmak zorunda değil. Peki bugün neredeyiz? Değişik klikler, gruplar, cemaatler, tarikatlar devletin içerisinde kadrolaşmaya devam etmiyor mu? Bu grupların kendi ajandaları yok mu? Gerçekten objektif ve tarafsız biçimde görevlerini yürütebilecek kapasitedeler mi? Bu sorunun cevabının evet olamayacağı kesin. Daha çok yakın bir zaman önce TÜGVA’nın birçok kuruma insan yerleştirdiği, SADAT’ın TSK’ya eleman alımlarında önemli bir rol üstlendiği ortaya çıktı. Ve bunun gibi birçok ortaya çıkmamış örnek de olması kuvvetle muhtemel. Bundan öte, güvenlik güçleri içerisinde belli bir ideolojik eğilime sahip grupların yetiştirildiğini de günbegün ortaya çıkan haberlerle görmek mümkün. İster polis teşkilatında olsun ister askeriye de olsun, bu tarz bir kadrolaşma eğilimi gelecek için büyük riskler barındırıyor. Bugün, Cumhurbaşkanı’nın otoritesi tüm bu güçlere baskın geliyor. Ancak iktidarın değiştiği bir senaryoda kimliği dönüştürülen bu kurumların belli ideolojik grupların toplum ve devlet üzerinde baskı kurabileceği vesayet odaklarına dönüşmeyeceğinin bir garantisi var mı? Gelecekte farklı grupların yeni vesayetler kurmasını önleyebilecek miyiz? Önleyeceksek nasıl önleyeceğiz? Türkiye’de vesayet meselesi gerçekten nihai olarak çözüldü mü yoksa Erdoğan’ın karizmatik otoritesi yıllardır baskın geldiği için diğer güçleri dengede mi tutabiliyordu? Sivil otoriter bir rejimden kurtulup yeni vesayetlerin oluşmayacağı, güvenlik güçlerinin ve ordunun nihai olarak halkın iradesiyle seçilmiş sivil yöneticilere boyun eğdiği vesayetsiz bir demokrasiyi nasıl kurgulayacağız? Son olarak, muhalefet partilerinin hepsi "tam demokratik" bir siyasal düzene hazır mı? Bundan hoşnut olacaklar mı? Siyasal partiler ve onların destekçileri "tam demokratik" bir düzenin işleyişinde illaki hoşnut olmadıkları dönüşümlerle karşılaşacak. Farklı siyasal partiler bir "tam demokratik" sistemde memnun olmadıkları sonuçlarla karşılaşınca bunu kabul edecek olgunluğa sahip mi? Gerçek bir demokraside yaşamak büyük bir sorumluluk ve olgunluk da gerektirir. Siyasette istediğin şey olmadığında buna saygı duyabilmek gibi. Aynısı kitleler için de geçerli. Böyle bir siyasal kültürü oluşturabilecek miyiz? Demokratik yollarla kurumlar üzerinden ülkede değişimler yaşanacağı ve farklı iktidarlar yasalara uygun biçimde belli kazanımlar sağlayabilecekleri dönüşümler tasarladığı zaman buna karşı olanlar bunu kabul edebilecek mi? Parlamenter sistem altında koalisyon hükümetleri çok olağan bir durum. Siyasi partiler ister solda ister merkezde ister sağda olsun, işleyen koalisyonlar kurmaya hazır mı? Birbirleriyle anlaşma ve iş birliği yapabilme olgunluğunu gösterebilecekler mi? Ve muhalefete düşen kitleler bunu olgunlukla kabul edebilecek mi? İktidardaki partiler ise kendilerine gelebilecek tüm eleştirileri göğüsleyebilecekler mi? Protestolara tahammül göstermeye hazırlar mı? Denge ve denetleme mekanizmalarının önlerine koyduğu engelleri ve olası itirazları kabullenmeye tamamıyla hazırlar mı? Gerektiğinde çok özlediğimiz o istifa mekanizması işleyebilecek mi? Hükümete yolsuzluk soruşturmaları açılabilecek mi? Halk, iktidardan istediği gibi, istediği zaman, istediği konuda hesap sorabilecek mi? Yönetimler şeffaflığı garanti edebilecekler mi? Tüm partiler bu ciddi olgunluk gerektiren demokrasi oyununu oynamaya hazır mı? Demokrasi illa rahatlık yaratmaz. Hatta çoğu zaman siyasal aktörler için de toplumsal gruplar için de huzursuzluğu arttırabilir. Birçok siyasal aktör tam demokratik olmayan şartlar altında çok daha rahat edebilir. Bu kurumlar bütünlüğünün altında yaşamak hem güçlü bir sorumluluk bilinci hem de olgunluk gerektiriyor. Ve bugün muhalefet en çok resmî kurumlardan bahsetse de bir o kadar önemli olan diğer konu bu kurumlar altında demokrasiyi nasıl pratiğe dökeceğimiz. Bu hem toplumun hem de siyasi elitler demokratik bir kültürü ve normları benimsemesiyle mümkün olabilecek bir şey. Demokrasi sadece kâğıtta yazanlar üzerinden tesis edilemez. Pratiğe döküldüğünde çıkan sonuçlar bir rejimin ne kadar demokratik olduğunu ortaya koyar. Biz de yavaş yavaş bu pratiği uygulamaya koyabilme fırsatını yakalayacağımız günlere doğru yol alıyoruz. Ancak görüldüğü üzere, 9 maddede özetlenebilecek bir kavramın bile içi açıldığında pratiğe dökmesi hiç de kolay olmayabilir. Türkiye ciddi bir yıkımın içinden geçiyor. Bu koşulları ve siyasal kültürü bu kadar kanıksamış olmak gerçek bir demokratikleşme sürecini zorlaştırabilir. Bir nebze iyileşme bile “kurtulduk” hissiyatı yaratıp herkesi atalete sürükleyebilir. Bu atalete sürüklenmek, uzun ve meşakkatli bir yolculuk olan demokratikleşme sürecinin yavaşlaması hatta duraklaması riskini ortaya çıkarabilir. Bu da Türkiye’yi yeni siyasal, toplumsal ve ekonomik sıkıntılara sürükleyebilir. Tam da bundan dolayı sadece bugünün “daha iyi”sini istemekle yetinemeyiz. Daha çok demokrasi değil, “tam demokrasi”yi hedeflememiz gerekiyor. İktidarın değişmesi bir son değil, yeni bir mücadele sürecinin başlangıcı olacak. Daha önce hiç inşa edilememiş olan tam demokratik bir Türkiye’yi oluşturmanın başlangıcı. Peki o zaman soralım. Bu uzun yolu yürümeye hazır mıyız? Türkiye gerçekten demokrasiye hazır mı?