Türkiye-BAE yakınlaşmasını tetikleyen küresel aktör ve bölgesel faktörler

Abone Ol
Trump döneminde Amerikan rolünün bölgede azalması Orta Doğu’da hâkimiyet peşinde koşan iki ülke arasındaki rekabeti kızıştırarak çatışma noktasına götürmüştür. Türkiye-Birleşik Arap Emirlikleri rekabeti, her ne kadar ideolojik bir olguymuş gibi görünse de biri despot monarşi diğeri rekabetçi otoriterliğin, yani iki anti-demokratik siyasal yapının MENA bölgesinin kimi yerel kaynakları ve siyasal fırsatları üzerindeki hakimiyet mücadelesinden ibarettir. BAE İle Türkiye arasındaki rekabet ve çatışma, geçmişte bölgenin istikrarsızlaşmasına katkı sağlayan en önemli unsurlardan biriydi. Son süreçte taraflar arasındaki buzların en azından resmi söylemde erimesi, ne istikrarsızlığın ne de rekabetin ve hatta anlaşmazlık sürecinin bittiği anlamına gelmemekte. Nasıl ki ablukanın kaldırılmasına rağmen Katar’la S. Arabistan ve BAE arasındaki soğuk rüzgârlar esmeye devam ediyorsa, aynı şekilde Türkiye ile BAE arasındaki rekabet ve bakış açısındaki farklılıklar, göreli olarak yumuşasa da sürecektir. AKP’nin Müslüman Kardeşler’le ilişkisi de yine ideolojik görünse de (“görünse de” ifadesini bu iddianın bütünüyle içi boş olduğunu söylemek için değil tek başına gerçeği yansıtmadığını ifade etmek için kullanılmaktadır) aslında hem jeopolitik mücadele ve çatışmalarda hem de içerdeki kapışmada karşı tarafa üstün sağlamaya yarayan oldukça önemli bir “kaldıraç”tır. Kaldı ki Türkiye’nin Müslüman Kardeşler ile ilişkisi yeni olmayıp soğuk savaş yıllarında Sovyetler Birliği sempatizanı ülkelerin muhalifi İslamcı hareketlerin kullanışlı bir aparat şeklinde istihdamı, 1980’li yıllara dayanır. Nitekim Suriye İhvanı’nın konuşlandığı ve sığındığı ülkelerden birinin Türkiye olması boşuna değildir. Bu anlamda Müslüman Kardeşler’in Erdoğan yönetimine müthiş bir ideolojik zırh kazandırdığını, Libya’dan Somali’ye, Azerbaycan’dan Suriye’deki hakimiyet mücadelesine müthiş bir dini kılıf sağladığını ve ona jeopolitik fırsatlar sunduğunu söylemek çok da hakikat dışı olmayacaktır. Bu ittifak ve ilişkiden Türkiye’deki sivil ve askeri bürokrasinin (devletin) rahatsız olması bir yana devletin emperyal iddialarına oldukça uygun bir zemin oluşturması bakımından kullanışlı bulunduğu aşikârdır. Bu nedenle de devlet elitinin emperyal üstünlük sağlayacak alternatif bir aparat bulmadan bundan vazgeçeceği düşünülmemelidir. Zira öyle görünüyor ki AKP öncesi göreli pasif dış politika, devlet elitlerini ve bazı milliyetçi siyasal aktörleri kesmemektedir. “Bizim neyimiz eksik” diyen devlet elitleri belirli bir ekonomik güce ulaşmış bir ülkenin bölgesel olaylara müdahale ve bölgeyi dizayn etme hakkını kendilerinde görmektedir. Öte yandan da BAE, İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ve İran ile olan ilişkilerinde yüksek ve gergin bir ip üzerinde yürüyen bir cambaz gibi diplomasi yürütmektedir. Aslında Türkiye’nin de durumu bu yönden çok farklı değildir. BAE ve Türkiye birçok konuda anlaşamasa da diplomatik oportünizm, fırsatçılık ve her an manevra yapabilir görünümleriyle politika yapma biçiminde birbirine oldukça benzeşmektedir.  Her iki aktörün emperyal iddialarla ortaya çıkmaları, ABD’nin Ortadoğu’da pasif bir politika izlemenin de ötesinde belirli bölgelerden tamamıyla çekilmese de bazı noktalarda doğrudan müdahalelerden kaçınma izlenimi vermesi nedeniyle belirginlik kazanmış görünmektedir. Trump döneminde Amerikan rolünün bölgede azalması, her iki ülke tarafından kendi emperyal hülyalarını gerçekleştirmek için önemli bir fırsat olarak görülmüş ve bu aynı zamanda iki bölgesel hâkimiyet peşinde koşan iki ülke arasındaki rekabeti kızıştırarak çatışma noktasına götürmüştür. Bir başka bir benzerlik ise her iki tarafın da sadece ABD pasifizminden yakınmaları değil aynı zamanda ABD’nin bölgeye kendi lehinde müdahale etmediği için şikayetçi olmalarıdır. Bu benzerlik aynı zamanda her iki ülkenin de Trump dönemini altın tepsi içinde sunulmuş bir fırsat olarak görüp ABD’nin yarattığı boşluktan azami derecede yararlanmaya çalışmalarını da beraberinde getirmiştir. Madem ABD bölgeden uzaklaşıyordu, öyleyse bu fırsat kaçırılmamalıydı. Nitekim Trump’tan çok farklı bir bölgesel plana sahip olduğu anlaşılan Biden’ın başkan olarak seçilmesiyle her iki ülkenin sadece komşularıyla değil ezeli rakipleriyle de sıfır sorun politikalarına dönme çabası içerisinde olduğunu ve bölgesel çatışmaları dindirme izlenimi veren manevralara başvurduğunu görüyoruz. Washignton Institute’un internet sitesinde yayınlanan bir analizde “İdeolojik değişimleri, bölgesel jeopolitiği ve Türkiye-BAE anlaşmazlığının kökenlerini anlamak, iki ülke arasındaki son diplomatik ilişkilerin olası sonuçlarını değerlendirmek için kritik öneme sahip” olduğu ifade etmesi boşuna değil. Yine de tarafların bölgesel rekabetinin sona erdiğini söylemek için henüz vakit erken, hatta bu rekabetin farklı bir boyut kazanma ve yön değiştirme ihtimalini hiç de yabana atmamak gerekiyor. Taraflar arasında zirveye çıkan kızışmanın inişe geçmesindeki bir diğer faktör ise önemli bir çatışma kaynağı olan Bölgedeki ayaklanmalar bazı yerlerde lokal olarak varlığını sürdürse de, “Arap Baharı”nın giderek sönümlenmesi ve bölgedeki siyasal mücadelelerin farklı bir frekansa geçmesidir. Arap Baharı yılları boyunca Ankara’nın Abu Dabi yönetimine bakışı, paranın şımarttığı ve kendisinde haddinden fazla güç vehmeden bir Körfez Şeyhliğinden öteye geçmedi. Yine de aradaki ilişkilerin kesintisiz bir çatışma olduğunu söylemek yanıltıcı olabilir. 2016'da Ankara ve Abu Dabi, sorunlarını çözmek ve işbirliğini geliştirmek için bir diyalog süreci başlattı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Nisan 2016'da BAE'yi ziyaret etti ve Muhammed bin Zayed, Muhammed bin Raşid el-Maktum ve Abdullah bin Zayed ile bir araya geldi. Ankara'nın Abu Dabi'ye yönelik darbecileri finanse etmekle suçlamaları bile bu diyalog sürecini durdurmadı. Nitekim Türkiye, 2016 darbe girişiminin bir parçası olduğuna inanılan subayları iade etmeye çalışırken, BAE Afganistan'da çalışan iki Türk generali Dubai havaalanında gözaltına aldı ve Türkiye'ye iade etti. Ekim 2016'da KİK, aynı şekilde, Erdoğan'ın baş düşmanı Gülen Hareketi'ni terör örgütü ilan eden ilk uluslararası örgüttü ve bu tavır, Körfez ülkelerinin Ankara ile ilişkilerinde gerginlik istemediğinin bir işareti sayılmalıydı. Ancak Ankara’nın yukarıda bahsettiğimiz bakış açısı ve gönülsüzlüğü buna karşın BAE’nin Müslüman Kardeşler’in etkisizleştirilme talebi noktasında ısrarcı olması, iki ülkenin arasını düzeltmesinin önünde bir engel teşkil etti. Ta ki, 2021 yılına gelene, yani Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik krizin giderek derinleşmesiyle Körfez sermayesine ne kadar muhtaç olduğunu fark edene kadar. Sonuç olarak AKP hükümetinin ekonomik sorunlar nedeniyle azalan güç kapasitesinin yanı sıra halkın mevcut politikalardan duyduğu memnuniyetsizliğin muhalefeti cesaretlendirerek hükümeti giderek köşeye sıkıştırması ve bunun seçimleri kaybettirme riskini ortaya çıkarması, Ankara’yı Abu Dabi’ye iten nedenlerden biri gibi duruyor. Geçmişte arayı düzeltme konusunda istekli olan taraf Abu Dabi’yken bugün Ankara olması, hükümetin ne kadar büyük bir sıkışmışlık içerisinde olduğunu gösteren önemli bir faktördür. Son tahlilde taraflar, ekonomi ve güvenlik alanında birçok anlaşma imzalamış olsa da bazıları tarafından bu anlaşmanın Türkiye’yi içinde bulunduğu krizden kurtaracağına ilişkin çizmiş olduğu tablo, oldukça hayalci olup gerçekleri hiçbir şekilde yansıtmamaktadır. Zira Abi Dabi yönetiminin Türkiye Varlık fonundaki bazı şirket ve kuruluşları ucuza kapatma çabası, Türkiye’yi kurtarmak bir yana batırma sürecini daha da hızlandırabilecek bir potansiyeli içermektedir.