İnsanlık yararına olan tecrübeyi, “bu bizim aklımız değildir” veya “başkalarının hikâyesidir” diyerek görmezden gelmek; Türk Milliyetçiliği, Türk İslâmcılığı için bir ‘politik psikoz’ ve ‘gerçeklikten kopuşun’ ta kendisidir.Yaşanan tüm modern milliyetçilik tecrübeleri bizde, devlet ve otorite merkezli ortaya çıkıyor. Milliyetçilik ve modernleşme millet lehine doğrudan gelişmiyor; bu kamusal menfaat hep devlet üzerinden yapılan yenilik hamleleriyle dolaylı ve kısıtlı şekilde devletin müsaade ettiği ölçüde millete yansıyor. Dolayısıyla ne devlet sınırlarını öğrenebilmiş ne de millet hakkından hukukundan haberdar olabilmiş oluyor. Bu durum bizde milliyetçiliğin ve akabinde modernleşme sancılarının sadece dış güvenlik ve dışarıya intibak kaygılarıyla devlet üzerinden örgütlendiği ve devletle özdeşleştiği reaksiyoner bir tutumu ifade ediyor. TÜRK MODERNLEŞME SERÜVENİ VE DEVLET OLGUSU Türk modernleşmesi, Batı dışı modernleşme tecrübesinin en kalifiye örneklerinden biri olarak pratikte de oldukça ağır yüklere sahiptir. Bu tecrübe, modernleşmeye uyum krizini elbette diğer toplumlara göre çok daha derinden yaşadı. Bunda geleneklerin ağır yükü kadar, şanlı bir mazi ve şanlı bir görkemli devlet gerçeğinin yenileşmeye direnç üreten sosyal-psikolojik tarafı da var. Bu durum toplumu yeniliğe direnmek konusunda retrospektif biçimde geçmişe saplanışa da beraberinde götürüyor. Bu en büyük ve en ağır bagajlarımızdan biri diye düşünüyorum. Türk modernleşme serüveninin on dokuzuncu asrın sonunda ve yirminci yüzyılın başında daha çok Meşrutiyet hareketleriyle ortaya çıkan ve Kemalizm’le devam eden sürecin en acıklı yanı nedir diye soracak olursanız şunları söyleyebilirim. Modernitenin gerektirdiği değerlere dayanan yeni bir devlet ve toplum yaratma arzusunun; geleneksel toplumun normatif değerleriyle çatışmasından doğan ‘siyasal kin ve kimliksel hesaplaşma’ diyebilirim. Tabii ki, bu siyasal dönüşümün en temel enstrümanı olarak Metin Heper’in deyişiyle; ‘araçsallaştırılmış sınırsız devlet’ siyasal serüvenimizin özeti mahiyetinde olacaktır. Nilüfer Göle, Türk modernleşme serüvenindeki bu derin ve uzun soluklu devlet-millet çatışmasının nedenselliği bağlamına tam oturacak şu sözleri yazacaktı: “Batı dışı toplumlarda, özne ve modernite arasındaki ahenksizlik, her ikisinin de kendi içinde bölünmüşlüğüne, parçalanmışlığına yol açmaktadır, yaralı özne ve akortsuz modernlik.” Bu sözlerin memlekette nelere tekabül ettiğine şöyle bir göz gezdirirsek eğer karşımıza; yaralı özne olarak Türk milleti, akortsuz modernitenin aktörü olarak önce İttihat Terakki sonrasında Kemalizm çıkacaktır. Zira tüm bu serüvenin zemini, kendi iç dinamiklerimizden çıkmamış hatta çıkamamış bir yenileşme yani Batı dışında bir özgün hikâye yazamamış olmamız meselesidir. Yine burada bir parantez açmak gerekirse; kendi özgün hikâyemizi yazamamış olduğumuz gerçeği; modernite ve Batı medeniyetine intibak etme zaruretimizi bir anlamda bir mecburiyet olarak tarihi süreçte karşımıza getirmiştir diyebilirim. Zira Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetini ayıran temel gerçeklik insan–eşya ilişkilerini yeniden yaratma arzusunda düğümlenmektedir. Dolayısıyla insanlığın ortak kümülatif tecrübesini de arkasına alarak bu ilişkiyi yeniden üreten ve dünyevi tecrübe ile insan aklını sürekli güncelleyerek bu medeniyeti aktif biçimde günümüze ve geleceğe taşıyan Batı tecrübesi, her ne kadar kendi özgün metotlarıyla bu tecrübeyi üretse de insanlık adına genel bir kamusal yarar da üretiyor. Batı dışı toplumlar için, bu ortak kamusal yararın özgün kültürel ayrışmalardan çok daha geniş bir alan kapladığını ve o ölçüde önemli ve zaruri olduğu kanaatindeyim. Zaten III. Selim, II. Mahmut ve sonrasında Meşrutiyet hareketleriyle beraber orduda, bürokraside, eğitimde ve sağlıkta modernleşme çabalarımız bir zaruret olarak bu kamusal yarardan, bu kümülatif insanlık tecrübesinden faydalanmak için değil midir? Moderniteyi geleneksele ikame edişimizdeki tüm bu çaba; Batı ile özgün kültürel ve sembolik ayrışmaya dayanarak medeniyetlerin hesaplaşma arzusuna ve kinine yenilmeden, bu kümülatif kamusal yararı insan, millet ve devlet adına gözetmek için değil midir? BİR PARANTEZ OLARAK GELENEKÇİ POLİTİK PSİKOZ Genel insanlık yararına olan bu tecrübeyi, “bu bizim aklımız değildir” diyerek veya “bu başkalarının hikâyesidir” diyerek görmezden gelmek; tarihsel ve politik mecburiyetleri kavrayamamak, moderniteyi ve modernleşmeyi bir oryantalizm ve kolonyalizm faaliyeti olarak değerlendirmek; Türk Milliyetçiliği, Türk İslâmcılığı ve Türk Muhafazakârlığı için bir ‘politik psikoz’ ve ‘gerçeklikten kopuşun’ ta kendisidir. Zira modernleşme serüveninin ortak insanlık yararını ve tarihsel mecburiyetini inkârla birlikte; kendi hikâyenizi yazmanın asırlar boyunca nasıl bir sürece tekabül ettiğinin farkında olmamak bu ‘politik psikoz’u yeniden üretiyor. Bir medeniyet yaratmaktan bahsediyoruz. Bunun için önce insan-eşya ilişkilerinin yeniden felsefi olarak üretilmesi, bu üretimin bilgiye dönüşmesi, akabinde bilgiden bilim doğması, sonrasında bilimin güç ve kudrete evrilmesi gerekiyor ve bunlar asırlar süren sancılar. Bu coğrafya, bu toplum, bu arkaik medeniyet tüm bu sürecin ilk basamağına bile aktif biçimde müdahil değilken; bir hikâye yazmaktan söz edilebilir mi? Siyasal olarak en büyük politik açmazımızın da günümüze kadar yaşanan ana siyasal gerilimlerin de temelde bu ‘politik psikoz’dan türediğini düşünüyorum. Ne yazık ki tedaviye en yanıtsız yanımızın da bu durum olduğunu gözlemliyorum. Türk Muhafazakârlığı, Türk İslâmcılığı ve Türk Milliyetçiliği içinde modernite karşıtı bu tutumu ve sembolik ayrışmaları, genel kamusal yarara hâkim kılarak bir ‘milliyet ve diyanet’ sorunu haline getirmek; yalnızca bir ‘politik psikoz’ özelliği taşımıyor. Aynı zamanda Türk modernleştirmesinin kurucu aktörlerine el altından muhalefet etmekle beraber; bu muhalefet nezdinde modern paradigmaya, modern devlete ve modern idari hukuka karşıt pozisyon almayı da göze aldıklarını gösteriyor. Muhafazakâr milliyetçilik içindeki bu geleneksele özlem ve geleneksel paradigmayı günümüze getirme istenci, otoriter ve illiberal bir devlet değnekçiliğini de günümüze taşıyor. Ülkeyi ve devleti modern paradigma ile okumakla geleneksel paradigma ile okumak arasında ciddi bir fark var: Modern paradigmadaki otoriterlik şartlarını aşabilirseniz liberal demokrasiye evrilme potansiyeline sahipken; geleneksel paradigmanın otoriterliğinin arkaik olmasıyla bu potansiyeli bulunmuyor. Bu siyasal gerilimin gelenekçi politik psikoz tarafındaki en büyük siyasal açmaz da sanıyorum budur.
Türk muhafazakârlığının gerçeklikle imtihanı
Yaşanan tüm modern milliyetçilik tecrübeleri bizde devlet ve otorite merkezli ortaya çıkıyor. Dolayısıyla ne devlet sınırlarını öğrenebilmiş ne de millet hakkından hukukundan haberdar olabilmiş oluyor.
Modernitenin temel motivasyonu, geleneğe karşı ve fakat gelenekten hareketle ânı yeniden yaratma arzusudur. Bu gelenekte insan-eşya ilişkilerindeki normatif ve metafizik sınırlamaya karşı; insan aklını temel egemen faktör olarak kabul eden ve eşya ile kurduğu ilişkide günü yeniden yaratma arzusunun temel ilhamını bu dünyevi akıldan alan bir dönüşüm yatar.
BATI TOPLUMLARINDA MODERNİTE
Batı medeniyetinin ve modernitenin temel karakteri insan aklı–eşya ilişkilerindeki toplumsal ve siyasal referans metninin değişmesidir. Referans metninin, Orta Çağ-geleneksel-Aristocu yaklaşımlardan kurtarılarak yeryüzüne indirilmesi girişimidir. Bu durum bizim entelektüelimizce sıkça eleştirilir. Zira insan aklının hayatın temel aktörü olarak dolaşıma sokulması, eşya ile kurulan ilişkide hiçbir normatif sınırın kalmamasıyla bir aşırılık meydana getirecektir.
Doğayı, toplumu, devleti ve gündelik sivil – sosyal hayatı yeniden üretirken aklı sınırlayan bir metafizik–normatif değer ortada yoksa bu aşırılık, medeniyetin de modernitenin de hoyrat bir menfiliğe savrulmasıyla sonuçlanacak ve hunharca bir yıkım olacak gibi görünür ve eleştirilir.
Oysa benim kanaatim ve yaşanan iki-üç asırlık tecrübe bunun tam aksini gösteriyor. Zira insan aklının eşya ile kurduğu bu yeni ilişkide sınır tam olarak hayatın kendisidir. Normatif kutsallardan arınmış bu aktüel etkileşim hali, hem insan-eşya ilişkisindeki mutlaklık ve dokunulmazlık zırhını kaldırıyor hem de günlük dünyevi tecrübeden hareketle insan yararına bu ilişkinin anbean yeniden üretilmesine imkân tanıyordu.
Aklın bu kutsal görünümlü sömürücü oligarşik zırhtan yeryüzüne iniş hali, insanlık adına daha iyi daha ileri ve daha kapsayıcı bir kurumsal tecrübe üretmenin sınırsız biçimde imkânını insanlığa sunuyordu. Sürecin felsefi ayağı özetle böyleyken elbette bunun bir de aktüel hayatta karşılığı vardı. Biraz da hadiseye bu açıdan yaklaşalım.
Batı toplumlarında toplumun orta sınıfını temsil eden burjuvaziyle, kilise ve kilise dışı feodal aktörler arasında modernite; burjuvazi gelenek nezdinde millet lehine önce ekonomi-politik sonra sosyal ve siyasal-politik ve ardından hukuk-politik bir hareket olarak tanımlanabilir.
Bu yüzyıllar süren mücadelenin sonunda piyasa aktörlerinin, kilise ve diğer otoritelere karşı galibiyeti milletin çıkarlarını doğrudan modernitenin baş aktörü haline getirmiş ve buradan milliyetçilik ardından ulus-devlet gerçeği karşımıza gelmiştir.
Milliyetçilik ve üzerine eklemlenen liberal demokrasiyle beraber modernite, Kıta Avrupası’nda ve Anglosakson coğrafyada millet lehine devlet ve diğer bilumum otoritelere karşı asırlar süren bir pazarlığın sonunda tabandan kazanılmış bir ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuki zaferi simgeler.
Milletin menfaatlerini siyasal alana taşıyan bir hareket olan milliyetçilik, dış güvenlik kaygısıyla reaksiyoner bir savunma halinde devlete ve otoriteye yaslanan bir enstrüman olarak değil; bir iç güvenlik kaygısıyla kendiliğinden, hayatın doğrudan içinden ve dünyevi şartlara dayanan bir aksiyoner üretimdir. Bu anlamda toplumsal menfaatin sinerjisini yansıtan ve otoritenin karşısında konumlanan bir enstrüman olarak, modernitenin ve aydınlanmanın temel karakterdir.
Akabinde bu milliyetçiliğin temel atomu olan toplumu ve toplumu oluşturan insanı; onun gerek doğuştan gelen temel haklarını gerekse toplumsal kazanılmış haklarını korumayı esas alan bir sistem gelişti. Bu sistem belirli saiklerle insanı ve piyasayı, toplumu ve birlikte yaşama kültürünü genişleten bir alan yaratma düşüncesiyle birlikte; siyasal erki ve devleti sınırlandırmayı temel hedef haline getiren, bunu yasal ve anayasal referanslarla güvence altına alan bir liberal demokrasi serüveni olarak özetlenebilir. Modernite temelde bu kazanımların üzerine inşa edilmiş ve gelişmiştir diyebiliriz.
BATI DIŞI TOPLUMLARDA MODERNİTE
Oysa bizde süreç böyle mi gelişiyor?
Geleneksel bir toplum, merkezi devlet otoritesi altında felsefi faaliyetleri yüzyıllardır duraksamış, akabinde insan-akıl-eşya ilişkilerindeki temel yaratıcı ilgiyi kaybetmiş hatta yer yer bu ilişkinin dinamiklerini ‘haram’ kabul etmiş bir gelenekten bahsediyorum.
İslâm medeniyetinin veya geleneksel Doğu kültürünün temel sorunu; Batı’daki gibi aktif ve sürekli yeniden üretilen bir insan-eşya ilişkisinin alternatif biçimde kurulamayışında aranabilir. İnsanın bu topraklarda, eşyayı yani yaratılmışı metafizik bir kutsal kabul edişi ve onu dönüştürmeye, değiştirmeye kutsala müdahale etme kaygısıyla cesaret edemeyişi; insanlığın başına gelebilecek belki de en kötü şey olan bir mutlak donmuşluk haliyle bu coğrafyayı baş başa bıraktı.
Aklı hayatın içinde en temel aktör olarak kabul edemeyişimiz, bu aklı kullanmaktaki kutsal korkularımız, devletin piyasayı sınırlamasıyla sınıfsal ve ekonomik rekabetin de bu serüveni tetikleyecek dinamiklere sahip olmayışıyla birleşince ortaya görkemli bir medeniyet çöküşü çıkıyor.
Bugün Mâtürîdî itikada bu endişelerle yeniden sarılma arayışlarımız da biraz bu yüzden; bizi insan aklını kullanmaya teşvik etmesi ve bize eşya ile kurulan ilişkide görece özgür ve dünyevi bir alan sunması olarak görünüyor. Ancak bir parantezle ben, gelenekten ilhamla itikadi referanslara sarılmak suretiyle yaşanan bu çırpınışları çok anlamlı görmüyorum. Zira insan aklı için günlük hayattaki aktüel tecrübeden daha yararlı ve anlamlı bir referans metni olamayacağına inanıyorum. Dolayısıyla aklı özgürleştirmek için tüm arayışımızın, görece geleneksel yaklaşımlardaki ilhamdan ziyade doğrudan hayatın kendisi olması gerektiğine inanıyorum.
Hayata dair bu aktüel mücadele enstrümanlarının olmayışıyla beraber; millet olmanın tabii süreci adına ve modernleşme için toplumsal bir hareket veya ekonomik, siyasal, hukuki bir endişe de ortada görünmüyor. Bunun sonucunda, millet ve milletin çıkarlarını doğrudan ilgilendirecek bir milliyetçilik krizi yaşanmıyor, bu krizden millet lehine bir mutabakat doğmuyor.