Topraktan toprağa

Abone Ol
Ölüm, sana aslında ne kadar aciz olduğunu yeniden gösterirken bir mahcubiyet duyuyorsun böyle anlarda yaşıyor olmaktan. Daha yirmi dokuz yaşındaymış diyorsun. Yirmi dokuz yaşında ölmemeli insan.

Loading...

Hiçbir şey ölümle başbaşa kaldığı o an kadar derinden etkilemiyor insanı. Ölüm karşısındaki halin kadar çaresiz kalmıyorsun hiçbir zaman. Gündelik kavgalar, büyük ideolojik hesaplaşmalar, meydan okumalar… Ölüm geldiğinde aslında ne kadar aciz olduğunu görüyorsun. Her şeyden vazgeçip zamanı geri almak istiyorsun, son bir görmek, sesini son kez duymak, son kez göğsüne bastırmak, biliyorsun ki imkansız bir şey bu. Bir cenazeye gidecek olmanın huzursuzluğuyla geçen bir gecenin ardından erkenden kalkıp kendimi sokağa attım. Pazar sabahı incecik bir yağmur ıslatmıştı yerleri ve şehir uykudaydı daha, bense usul usul esen yele aldırmadan yürüyor-yürüyordum. Ölümü düşünüyordum, nasıl olduğunu bildiğimiz ama ne olduğunu asla bilemeyeceğimiz o muammayı. Hatice’yi hiç tanımadım, hiç görmedim, hiç konuşmadık ama bu sabah içim kıyım kıyım giderken camiye aklımda sadece onun ne kadar genç ve yaşamak dolu olduğu vardı. Yirmidokuz yaşında ölmemeli insan. Gençler ölümü düşünmez çünkü. Ölüm, gençler için uzak diyarlarda anlatılan bir hikâye gibidir, anlarlar belki ama içselleştiremezler, yabancıdır. Acaba sen ölümü ilk ne zaman düşündün Hatice? Bir gün yok olabileceğini, bütün sevdiklerini, seni sevenleri geride bırakıp toprağa karışabileceğini ne zaman düşündün? Ben bu lanet pazar günü, mezarının başında, sana bir kürek toprak atmaya cesaret edemediğimde düşündüm. Ölüm nedir sevgili Hatice, vuslata kavuşmak mıdır gerçekten? Birkaç mezar ötedeydim ben, ailen, sevdiklerin, seni tanıma mutluluğuna erişmiş olanlar, belli zamanı paylaştığın herkes yanıbaşındaydı. Bahardan kalma bir kış günü, yokluğunda Allah’a sığınıp gözyaşlarını tutmaya çalışan insanlar vardı. Sana bir hikaye anlatmak istiyorum, haberini aldığımda niye bu kadar üzüldüğümü anlaman için. Bir gün dedemle tavla oynuyorduk, bak benim dedem çok iyi tavla oynardı, ablası yeni vefat etmişti ve ansızın “torun,” dedi, “artık sıra bende.” Ölümün gelip aramıza oturmasından korktuğum için birşeyler söyledim. “Bu işler sırayla olmalı,” demişti, “bir gün sen de anlayacaksın, zamanı önemli değil yeter ki sıra şaşmasın.” Bir müddet sonra, dedemi beş kat kefen içinde mezarda elime verdiklerinde aklıma hep bu söylediği geldi. En azından sıra şaşmadı diye avundum. Ama yaşarken gördüğüm kendi ölüm olduğunu düşündüm onun. Bu pazar günü, senin vuslata kavuştuğunu düşünerek avunmak istiyorum. Çok yakın yaşlardayız. Seninle bir cenaze avlusunda tanışmak istemezdim hiç. Kelimeler kifayetsiz kalıyor böyle anlarda, dünyanın dertleri, sıkıntıları, kavgaları ona kalsın, işte en nihayetinde hepimizin kaderi aynı olacak. Istırabın en büyüğünü ise kalanlar çekiyor. Ancak rahmet diliyorsun, başka hiçbir şey gelmiyor elinden. Ölüm, sana aslında ne kadar aciz olduğunu yeniden gösterirken bir mahcubiyet duyuyorsun böyle anlarda yaşıyor olmaktan. Daha yirmi dokuz yaşındaymış diyorsun. Yirmi dokuz yaşında ölmemeli insan.